Kültür
Giriş Tarihi : 22-09-2019 12:30   Güncelleme : 22-09-2019 13:09

“Okuyucu” – Maksim Gorki

“Okuyucu” – Maksim Gorki

TAKDİM

Hikâye, ilk önce “Kosmopoliya; Mejdunarodniy Jurnal”in Kasım 1898 tarihli 11. sayısında “Beseda” (Sohbet) adıyla yayımlanmıştır. Tercümeye esas teşkil eden metnin kaynağı, Maksim Gorki’nin “Bütün Eserleri”nin (Pravda Yayınları, Moskova 1979) ikinci cildidir: Povest i Rasskazı, s. 294-309.

Can dostlarıma yeni basılan hikâyemi okuduğum evden ayrıldığımda gece olmuştu. Hayli övgü almıştım. Boş caddeyi tatlı bir heyecan eşliğinde ağır adımlarla arşınlarken hayatımda ilk kez böylesine bir var olma sevinci yaşıyordum.

Aylardan şubattı, ancak aydınlık bir gece vardı; daha yeni yağmaya başlayan karla muhteşem bir şala bürünen yeryüzüne hınca hınç yıldızlarla kaynaşan bulutsuz gökyüzünden sert ve soğuk bir rüzgâr esiyordu. Duvarları aşan dallardan düşen gölgeler yolumun üstüne hayli tuhaf, şaşırtıcı desenler çiziyor; ayın yumuşak, mavimsi parıltısında kar tanecikleri sevinçle parlıyordu. Etrafta hiçbir canlıdan en ufak bir iz görülmeyen o unutulmaz, aydınlık gecede, huşû içindeki sessizliğin tek ihlâli ayaklarımın altında ezilen karların çıkardığı sesti… Düşündüm:

“Bir şeylere ehil biri olarak şu hayatı yaşamak ne kadar güzel!”

Ve geleceğimi parlak renklerle çizmede muhayyilemin cimriliğinden eser yoktu…

— Doğru, kelimelerle ortaya çıkardığınız tablo muhteşem!.. Hiç abartmıyorum! dedi biri arkamdan, kendi kendine düşünürcesine.

Bu beklenmedik ses karşısında ürperdim ve dönüp sesin sahibine baktım.

Ufak, siyah giyimli bir adamdı, adımlarını benimkilere denk getirip gözlerini yukarı doğru dikerek yüzüme baktı ve sert bir kahkaha attı. Bakışı, elmacık kemikleri ve çene sakalıyla onda her şey sıradışıydı; küçük, donuk gözleri tuhaf göz yuvarlarından fırlayacakmış gibi delici bir bakışa sahibti. Adımları öyle hafif ve sessizdi ki sanki karda kayıyor gibiydi. Hikâyemi okuduğum evde görmemiştim onu, sesiyle ürpermem tabiîydi. Neyin nesiydi bu adam, nereden çıkmıştı?

— Siz… de mi oradaydınız? diye sordum.

— Evet, dinlemek zevkti.

Davudî bir sesle konuşuyordu. İnce dudaklarından yayılan gülümsemeyi, ince, siyah bıyıkları gizlemeye yetmiyordu. Gülümsemesinde beni hedef alan iğneli, alaycı bir düşüncenin açıktan açığa sırıttığını görebiliyordum. Fakat uzun zamandır beklediğim okuyucu değerlendirmesini nihayet bu siyah giyimli adamdan alabileceğim için kendimi oldukça keyifli hissettim ve kapıldığım âni hoşnutsuzluk, içimde kabaran sevinç karşısında bir gölge gibi yok oluverdi. Gecenin o vaktinde yaşadığım zevkli dakikaları uzatmasını içimden ümid ederek onunla aynı hizada yürümeyi sürdürdüm. Acaba ne diyecekti? Kaderin yüzlerine nâdiren güldüğü insanların sınır tanımaz ihtirasları vardır.

— Müstesna biri olduğunu hissetmek güzel bir duygu, değil mi? diye sordu yol arkadaşım.

Sorusunda hiçbir fevkalâdelik görmemiştim, onunla hemfikir olduğumu belirttim düşünmeksizin.

— Ha, ha, ha! Alaylı bir kahkaha attı, ince parmaklı küçük ellerini sinirli sinirli ovuşturarak.

— Sanırım neşeli birisiniz, dedim soğuk bir ifadeyle; kahkahasından alınmıştım.

— Ya, öyleyim, dedi gülümseyerek, kafasıyla da tasdik etti.

— Ve ayrıca mütecessis biriyim, hem de çok… Biricik vasfım öğrenmektir, her şeyi bilip öğrenme tutkusudur beni böylesine dinç, böylesine diri tutan. Şimdi ise şunu öğrenmek istiyorum: Başarınızı neye borçlusunuz?

Yüzüne baktım ve sorusuna isteksizce cevab verdim:

— Bir ayı bulan çalışma, hatta daha fazla…

— İşte, dedi hemen araya girerek, biraz emek ve her zaman bir şeyler kazandıracak küçük bir hayat tecrübesi… Fakat şu ân bile birkaç bin kişinin eserinizi okuyarak düşüncelerinizle hemhâl yaşadıklarının o müstesna duygusuna sahib olduğunuzu hesaba kattığımızda, hiç de pahalı bir bedel değil bu. Ve daha sonrası için bel bağladığınız, belki zamanı geldiğinde… ha, ha!… öldüğünüzde… ha, ha, ha!.. bütün bunların karşılığını fazlasıyla, hem de bize verdiklerinizden kat kat fazlasıyla almanız da mümkündür, yanılıyor muyum acaba?

Yine kesik kesik, müstehzî kahkahalar attı, keskin bakışlı siyah gözleriyle bilgiççe süzdü beni. Ben de benzer bir tavırla ona tepeden bakarak dargın ve soğuk bir sesle sordum:

— Affedersiniz… bu güzel sohbeti kime borçluyum acaba?

— Kim miyim ben? Tahmin edemiyor musunuz? Ama şimdilik kim olduğumu söylemeyeceğim size. Yoksa sizin için muhatabınızın kimliği onun size söyleyeceklerinden daha mı önemli?

— Elbette değil… Fakat bütün bunlar öyle tuhaf ki! diye cevab verdim.

Nedense, paltomun kolundan tuttu ve hafifçe gülümseyerek konuşmaya başladı:

— Varsın garib kaçsın! İnsanlar alışkın oldukları davranış kalıblarından çıkma iznini, arada bir de olsa niçin vermesinler ki kendilerine?.. Şayet buna itirazınız yoksa, haydi açık yürekle konuşalım! Farz edin ki bir okurum ben… bilgiye aç ve kitabların neler va’dettiklerini öğrenmek için yanıp tutuşan tuhaf bir okur… Sizinkiler meselâ? İzin ver de konuşalım.

— Oo, elbette, dedim, memnuniyetle… böyle karşılaşmalar ve fikir teatîleri… her gün yakalanacak fırsatlar değil. Aslında yalandı söylediklerim, zira bütün bunlar benim için can sıkıcı bir hâl almıştı. Düşündüm: “Ne istiyor bu adam? Münazara heveslisi tanımadığım insanların sokak ortasında yoluma çıkmalarına hangi yazımla izin vermiştim böyle?”

Her şeye rağmen yol arkadaşıma karşı nazik bir yüz ifadesi takınarak, ağır adımlarla da olsa onunla birlikte yürümeyi sürdürdüm. Bunu zorlanarak başardığımı hatırlıyorum. Fakat keyifli hâlim hâlâ sürdüğünden konuşma talebini reddederek onu kırmak istemiyordum; isteğine boyun eğdim.

Arkamızda kalan ayın ışığında gölgelerimiz ayaklarımız altına serilivermişti. Önümüz sıra kaynaşmış iki siyah leke gibi karda uzayan gölgelerimize bakarken, içimde gölge gibi karanlık, ele geçmez bir şeylerin var olduğunu, tıpkı önümde uzayan gölgeler gibi onların doğmakta olduğunu hissettim.

Sessizlikle geçen bir dakikanın ardından, yol arkadaşım, düşüncelerinden emin insanların tavrıyla:

— İnsan davranışlarının sebeblerinin öğrenilmesinden daha önemli ve meraka değer hiçbir şey yoktur hayatta… Ne dersiniz?

Kafamla evet işareti yaptım.

— Demek hemfikirsiniz!.. O hâlde, açık yürekle konuşalım, böyle bir fırsatı henüz gençken kaçırmayınız!

“Tuhaf bir adam!” dedim içimden, sözleri merakımı çekmişti, gülerek sordum ona:

— İyi de, ne konuşacağız?

Bana keskin bir bakış fırlatarak, kadîm bir dostun laubali tavrıyla haykırdı:

— Konuşmamız edebiyatın görevi konusunda olacak!

— Ben de çok isterdim, fakat hayli geç oldu…

— Yoo! Sizin için henüz geç sayılmaz!

Kelimeleri öylesine kesin bir ciddiyetle telaffuz etmişti ki, sözlerinin çarpıcılığı beni durdurdu. Birer istiare gibi çınlamıştı onlar. Soru sormama fırsat vermeden kolumdan tutup hafifçe çekerek ısrarla yürümemi istedi ve konuşmasını sürdürdü:

— Durmayınız öyle, zira benimle güzel bir yoldasınız… Bu kadar girizgâh yetişir! Evet, nedir edebiyatın gayesi? Siz ki ona hizmet etmektesiniz… Cevabı da sizde olmalı.

Yaşadığım şaşkınlık soğukkanlılığımı yitirmeme sebeb olmuştu. Neydi bu adamın benden istediği? Kimdi?

— Lütfen dinleyin, dedim, tamam kabul, bütün bu aramızda geçenler…

— Gerekli temel oluştu, inanın bana! Dünyada temelsiz hiçbir şey bulunamayacağı gibi… Acele ediniz; fakat sathî değil, derinlemesine…

Bu tuhaf adam kuşkusuz ilgi çekiciydi, fakat sinirime dokunuyordu. Sözünü bitirme sabrı göstermeksizin yoluma devam ettim, fakat arkamdan yetişip sakin bir sesle:

— Sizi anlıyorum, dedi, edebiyatın açıklanmaya muhtaç görevini tanımlamak şu ân size zor geliyor, o hâlde ben deneyeyim…

Derin bir nefes çektikten sonra sevecen bir gülümsemeyle yüzüme baktı.

— Edebiyatın görevini şu sözlerle açıklamam hâlinde siz de benimle hemfikir olacaksınız: İnsanın kendisini anlamasına yardımcı olmak, inancına kuvvet vererek onun kendi hakikat arayışını kemâle erdirmek, insanlara ârız bayağılıklarla savaşmanın yanısıra, onları iyi haslet sahibi kılmak ve insanların soylu bir güce erişebilmesi ve güzelliğin kudsî ruhuyla hayatlarını yüceltebilmeleri için insan ruhundaki utancı, öfkeyi, cesareti açığa çıkarmaktır. İşte benim formülüm bu; elbette eksik ve şematik… Hayata soyluluk katacak fikirlerle desteklenmeye ihtiyacı var. Ee, hemfikir misiniz benimle?

— Evet, dediğiniz gibi!.. Aşağı yukarı öyle, karşılığını verdim; edebiyatın, genel mânâda gayesinin insanları asilleştirmek olduğunu düşünmek güzeldir…

— İşte hizmetinde olduğunuz ulvî görev! dedi inandırıcı bir üslubla ve hemen akabinde sökün eden müstehzî kahkahası:

— Ha, ha, ha!

— İyi de, bütün bunları söylemenize hacet ne? diye sordum ona, alaycı tavrından etkilenmemiş bir yüz takınarak.

— Peki, sizin düşünceniz ne?

— Açık yürekle konuşmak gerekirse… diye başladım söze, fakat acı acı düşünüp sustum. Ne demek açık yürekle konuşmak? Muhatabım hiç de ahmak birine benzemiyordu, insanın açık yürekliliğinin belli bir sınırdan öteye asla izin vermeyeceğini ve izzetinefsini korumak için onun neleri göze alabileceğini bilmemesine imkân yoktu… Yol arkadaşımın yüzüne baktığımda, gülüşünün beni derinden derine yaralayıcı olduğunu hissettim, öylesine tahkir doluydu! Anlam veremediğim, ama oradan derhal uzaklaşmam gerektiğini ihtar eden bir korkuya kapıldım.

— Bana müsaade! dedim soğukça ve adımlarımı hızlandırdım.

— Sebeb ne? diye sordu o, kısık bir sesle haykırarak.

— Ölçüsüz şakalardan hiç hazzetmem.

— Ve çekip gideceksiniz?… Zaten işiniz bu… Eğer giderseniz, biliniz ki beni bir daha asla göremeyeceksiniz.

“Asla” sözünü öyle bir vurguyla söylemişti ki sanki kulaklarımda ölüm sûru çınlamıştı. Nefret ettiğim ve korktuğum bir kelimeydi o; kaderin insanların umutlarını paramparça etmeye mahsus elinde tuttuğu ağır ve soğuk bir çekiç gibi tahayyül etmişimdir her zaman onu. O kelime beni durdurdu.

— Derdiniz ne? diye sordum öfke ve hışımla.

Yeniden alaycı bir gülümsemeyle:

— Şuraya oturalım, dedi ve kolumdan sıkıca tutarak beni kendine doğru çekti.

O sırada parka uzanan ağaçlı yolda, dalları buz tutmuş ve kımıltısız duran akasya ve leylakların ortasında duruyorduk. Ayın aydınlığında tepemde asılı duran dallar, kırağı ve buzdan katılaşmış hâlleriyle adeta göğsümü parçalayıp kalbime saplanıyordu.

Yol arkadaşımın tavırlarından şaşkına dönmüş hâlde, cevab vermeden ona bakmakla yetindim.

“Hasta biri” diye düşündüm, biraz cesaret bulmak ve onun davranışlarına bir izah bulma arzusuyla. Fakat o, aklımdan geçenleri okur gibi oldu.

— Normal olmadığımı mı düşünüyorsun? Sil, at onu. Öyle berbat ve zararlı bir düşünce ki bu! Sırf bizden daha orijinal fikirli insanları anlamayı reddetmek için kullandığımız bir maske bu ve böylesine katı bir hüküm insanların ancak birbirleriyle olan ilişkilerini örselemeye hizmet eder!

— Ne demezsin! karşılığını verdim. Kendimi bu adam karşısında büsbütün gülünç hissediyordum.

— Fakat maalesef gitmem gerek, gidiyorum…

— Nasıl istersen, dedi, omuzlarını silkeleyerek; durma git… Fakat bil ki kendini yitireceğin günler pek uzakta değil.

Elimi bırakınca onun aksi istikametinde yürümeye başladım.

Parkın Volga nehrine bakan tepesinde kalmıştı o, beyaz bir kar perdesiyle örtülen tepeden nehre siyah şeritler hâlinde patikalar uzanıyordu. Önünde, nehrin öte yakasında uzayan ovanın sessiz ve hüzünlü manzarası açılmıştı. Banklardan birine oturup tenha uzaklıkları seyre koyuldu o adam, bense ağaçlı yolda yürümemi sürdürürken ondan ayrılmamam gerektiği düşüncesine kapıldım, fakat yine de yürümeye devam ettim. Yürürken “onun -arkamda bir başına bıraktığım insanın- benim için pek bir mânâ ifade etmediğini ona göstermek için ya çok yavaş ya çok hızlı yürümem gerekir” diye düşündüm.

Birden, bana tanıdık gelen bir şarkıyı ıslıkla usul usul çalmaya başladı… Körlere rehberlik etmeye soyunan bir körün hikâyesini anlatan o gülünç ve acıklı şarkıyı biliyordum. “Niçin, tam da bu şarkıyı söylüyor?” diye sordum kendime.

Ve bu ufak tefek adamla karşılaşmamın daha ilk dakikasından itibaren, son derece istisnaî ve tuhaf duyguların karanlık alanına adım atmış olduğumu idrak ettim. Deminki keyifli ruh hâlim ciddi ve o derece ağır bir şeylerin tehdidiyle kuşatılmıştı.

Mümkün mü olabilmek rehber

Hiç bilmezken yol nereye gider

Adamın ıslıkla çaldığı şarkının sözlerini hatırlamıştım.

Dönüp ona baktım. Dizine dayalı koluna çenesini yaslamıştı, gözlerini bana dikerek ıslık çalıyordu, siyah bıyıkları ay ışığında kıpır kıpırdı. Felakete sürüklenme pahasına dönüp gerisin geri gittim. Hızlı adımlarla ona yaklaşıp yanına oturdum, sakin ama kararlı bir sesle:

— Dinleyiniz, dedim, sadece konuşacağız…

— İnsana gerekli olan budur, dedi, kafasıyla da evet işareti yaparak.

— Üzerimde güçlü bir tesir uyandırdığınızı hissediyorum ve besbelli ki bana söyleyecekleriniz var… ha?

— Nihayet kendinde dinleme cesareti buldun! dedi, kahkahayla karışık gülerek; fakat gülüşü bu sefer müşfik bir tondaydı, hatta onda sevince yakın bir hava vardı.

— Buyurunuz, sizi dinliyorum, dedim, fakat mümkünse tuhaflığı bir kenara bırakın…

— Oo, pekâlâ! Tuhaflıkların sırf senin dikkatini celbetmeye matuf olduğunu sanırım anlamışsındır? Günümüzün şuuru öyle soğuk ve katı ki, basit ve açık olana karşı tamamen körelmiş, bir şeyleri ısıtıp yumuşatmaktan o yüzden mahrumuz; biz kendimiz de soğuk ve katıyız. Sanırım bizlerin yeniden güzel düşlere, hayallere ve tuhaflıklara ihtiyacı var, zira berbat renklerle kurduğumuz hayat cansız ve sıkıcı! Bir zamanlar tutkuyla inşa ettiğimiz gerçeklik çöktü çünkü ve çökerken bizi de ezdi… Peki, nedir çare? Bir de hayal gücünden yararlanmayı deneyelim, belki insanın kısa bir süreliğine tekrar doğrulmasına ve dünyada yitirdiği yeri –yitirmemiş midir?- yeniden gözden geçirmesine yardımcı olur. Ne yazık ki, insan, artık dünyanın efendisi değil, hayatın kölesi, yeryüzünün biricik aslî varlığı olmanın gururunu kaybetmiş, realitenin dayatmalarına saygıyla boyun eğer hâle gelmiştir, öyle değil midir sence de? Kendi imâl ettiği gerçekliği ise -matah bir şeymiş gibi- değişmez kanun ilan etmiştir! Bu kanunun boyunduruğuna girmekle insan, hayatın hür ibdâcılığına giden yolda önüne engel koyduğunu, ibdâ etmek için onu kırıp parçalama hakkına sahib olduğunu idrak etmiyor. Zaten o artık savaşmıyor, sadece uyum gösteriyor… Hem, ne için savaşacak? Uğruna kendini kahramanca fedâ edebileceği idealleri nerede? İşte budur onun can sıkıntısının ve içler acısı hayatının yegâne sebebi, işte budur insandaki ibdâcı ruhun pörsümesinin yegâne sebebi… Bazı körler aklı coşturarak bir şeyler arıyorlar; bari insanlarda yeniden inanç tesis etselerdi. Genellikle tuttukları yol her şeyi ebediyen muhafaza eden ve insanları birleştiren Allah’ın yolu değil… Hakikate yanlış yollardan ulaşmaya çalışanlar helâk olacaklardır! Onları yollarından alıkoymak için çırpınmaya ve onlar için üzülmeye değmez, insandan çok ne var! Ruhun biricik hasreti, biricik arzusu Allah’ı bulmaktır ve şayet Allah’a kavuşma hasretiyle yanıp tutuşan ruh hâlâ terk etmemişse hayatı, onlara eşlik edecek ve onları diri tutacaktır, zira onun ebedî arzusu tam kemâle ermektir… Ne dersin?

— Dediğiniz gibi, karşılığını verdim; öyle…

— Sen ise olur demesini biliyorsun, dedi sohhbettaşım, istihzâyla gülerek. Sonra sessizliğe bürünerek uzaklara daldı. Uzun süren bir sessizlik gibi geldi bana, nefes alış verişim hızlanmıştı. Derken, yüzüme hiç bakmaksızın, bakışları uzakları seyre dalarken şunu soruverdi:

— Allah inancın var mı?

Bu soruya kadarki konuşması munis ve müşfik bir tondaydı ve onu dinlemek beni mest etmişti; tefekkür ehli her insan gibi yüzüne biraz hüzün çökmüştü. Ona yakınlık duymuş ve onu anlamıştım. Karşısında yaşadığım sıkıntı tümden silinip yok olmuştu. Ve işte birden, kendisine karşı dürüst olması şartıyla günümüz insanının zor cevablayacağı hayatî bir soruya muhatab kılmıştı beni. Allah inancım var mıydı benim? Keşke bilebilseydim bunu!

Sorusuyla serseme dönmüştüm, yerimde olup da muvazenesini koruyabilecek kim vardı? O ise delici bakışlarıyla bana bakmaktaydı, cevabımı beklerken gülümsüyordu.

— Cevab bekleyen biri için, suskunluğun oldukça uzun sürdü. Belki bana bir cevabın olur, şayet sana şöyle bir soru soracak olursam: Yazdıklarını binlerce kişi okuyor, tam olarak neyin davasını güdüyorsun? Akıl öğretmeye hakkın olup olmadığını hiç düşündün mü?

İç dünyamın derinliklerine hayatımda ilk kez dikkatle baktım. İnsanların dikkatlerini sırf üzerime çekmek için nefsimi yücelttiğim veya aşağıladığım sanılmasın, zira dilencilerden sadaka dilenmez. Genel kabul gören pek çok iyi haslete kendimin de sahib olduğunu keşfettim; fakat bütün hayat hadiselerini kavrayıcı ve kuşatıcı, düzgün ve sarih bir fikir duygusuna sahib olmadığımı fark ettim. Ruhum için için yanmakta olan, hatta zaman zaman öfkenin kızıl aleviyle tutuşan bir nefretle doluydu, fakat ondan da fenası ruhumdaki şübhelerdi. Onların her ikisiyle zihnim öyle çarpılmış, kalbim öyle bir eziyet kıskacına kıstırılmıştı ki, nice zamandır içi viraneye dönmüş bir varlıktım ben… Beni hayata karşı ihtiraslı kılacak hiçbir şey yoktu, kalbim bir ölü gibi soğuk, zihnim baygın bir uykuda gibiydi, muhayyilemin sundukları ise sadece birer kâbustu. Nicedir, günler ve geceler boyu kör, sağır ve dilsiz biri gibi yaşamıştım, ne bir şey arzulamış ne de anlamıştım. O ân bana öyle geldi ki bir ölüydüm ben, bir yanlış anlama sonucu hâlâ gömülmeyi bekleyen bir ölü. Böyle korkunç bir hayat sürmekten daha beteri ise yaşamanın çok daha güçlü bir iradeyi gerektiriyor olmasıdır, zira ölüde daha az anlam, daha çok karanlık vardır… Muhtemelen, nefretin verdiği hazzı bile terk etmiştir o …

Sahi neyin davasıyla doluydum ben? Neyim ki ben? İnsanlara söyleyecek neyim var? Uzun zamandır şunu diyenler var, her zaman da söylenecektir: Eser okurunu bulur – ya insanları olduğundan daha iyi yapmıyorsa? Eğitimini aldığım düşünce ve mefhumların davet ettiği istikametin sık sık hilâfına davranan biri olarak, insanlara onların talim ve terbiyesini vermeye hakkım var mıydı? Onlara muhalif yaşamam, onlardaki hakikatin, “ben”ime temel olmuş inanıştan daha yüksek bir samimiyet ihtivâ ettiğini göstermez mi? Yanımda oturmakta olan şu adama diyecek neyim vardı?

Cevab beklemekten yorulmuştu o; yeniden söze başladı:

— İkbalperestliğe olan zaafının senin şeref ve haysiyetini henüz silip yok etmediğini görmeseydim, önüne bu sorularla dikilmezdim. Beni dinleme cesareti gösterebiliyorsun… Bundan, kendine duyduğun makûl bir sevgi sonucunu çıkarıyorum, zira onu güçlü kılmak için, evet, sırf onun için bile işkence ve ıztırabtan kaçınmıyorsun. Bu yüzden, karşımda içine düştüğün müşkül durumu biraz hafifletmek niyetindeyim; seninle bir câniyle konuşur gibi değil, bir suçluyla konuşur gibi konuşacağım:

— Bir zamanlar aramızda varlığı mükemmelleştirmek için çırpınan büyük kelâm üstadları, gerçek hayat erbabı, yüce ruhlu insanlar yaşardı, insana derin inanç aşılayan büyük ruhlardı onlar. İbdâ ettikleri eserler asla ihmale gelmeyecek türdendi, zira ebedî hakikatler içeren o kitabların sayfalarından ölümsüz güzelliğin rayihası yayılırdı. İmaj ve tasvirleri ilhamla dopdolu eserlerdi onlar. O eserlerde mertlik de, öfkenin yanan alevi de vardı. Onlarda hakikat ve hürriyet aşkının sesi çınlardı, tek bir gereksiz söz bile barındırmazlardı. Senin kendi ruhundan beslenen biri olduğunu bilmiyor değilim… Anlaşılan, ruhun kötü tecrübeler edinmiş; zira doğruluk ve aşk üstüne yazdıkların birer sahtekârlık ve riyakârlık numunesi. Kendini zorlamadan o konulardan konuşamadığına eminim. Sen de tıpkı Ay gibisin, başkasının ışığıyla parlıyorsun; fakat hüzünlü ve donuk bir parıltı bu, çok gölge üretiyor ve az ışık verdiği gibi kimseyi de ısıtmıyor. Gerçek bir kıymeti haiz şeyleri insanlara vermekten mahrumsun; verdiklerine gelince, onları güzel düşünce ve sözlerle hayata zenginlik katmak gibi yüce bir zevk için değil, daha çok varlığının tesadüfî keşiflerini insanlara gerekli fenomen derecesine yükseltmek için veriyorsun. Hayattan ve insanlardan kat kat fazlasını almak için veriyorsun. Kimseden hediye almaya layık değilsin, basit bir tefecisin sadece: Verdiğin bir gram tecrübeyi, ilgi ve dikkatleri üstüne çekerek faiziyle birlikte geri alıyorsun. Kalemin hakikati tetkikten âciz, günlük hayatın ıvır zıvırlarını didiklemekle meşgul. Sıradan insanların sıradan duygularını tahlil etmeyle insanın zihin dünyasını keşfe çalışıyorsun, belki de sayısız basit keşif elde ediyorsun; peki, ruhlarını aldanmanın tasallutundan kurtarmaya çalışanlara, ufacık da olsa sunabildiğin ne var? Günün süprüntülerini eşelemeyi yararlı bulduğuna hiç kuşkum yok, fakat oradan bulup çıkaracağın şey, her zaman zâhirde sürü güdüsüne bağlı yaşayan insanın sadece zalim, aptal ve düzenbaz olduğunu teyid eden basit acı gerçekler olacaktır; hâlbuki kendisiyle bir başınayken âciz ve zavallıdır o. Onun aslında buna inandırıldığının bilmem farkında mısın?! Ruhen ve zihnen dumura uğramış biri o… Dahası da var! Ona kendisinin ne menem şey olduğunu anlatan, her zaman az veya çok insanı hipnotize edecek bir özenle kotarılmış kitablar okuduğunu da unutmayalım. O, senin kitablarından kendine baktığında, sadece çirkin ve kötü bir mahlûk görüyor ve daha iyi olmak için hiçbir çıkış göremiyor. Ona bu imkânı sunacak gücün var mı acaba? Sen misin bunu yapacak olan, kendin bile… Sana insaflı davranıyorsam, beni dinlediğin ve karşımda kendini aklama cambazlıklarına girişmediğin içindir. Evet! Öğretmen dediğimiz, şayet dürüst biriyse, her zaman öğrencileri üzerine titremek zorundadır. Sizler, siz günümüzün hayat öğretmenleri ise insanlara verdiklerinizden daha fazlasını alıyorsunuz onlardan, zira kalemlerinize sadece insanlarda gördüğünüz kusur ve zaafları doluyorsunuz. İnsan, aynı zamanda meziyetleri olan bir varlıktır; peki siz yazarlarda var mı onlardan? Sorarım sizlere, siz kendilerini faziletin vücud bulması için sefihlikleri, bayağılıkları teşhir etmekle mükellef addeden vaizler, hep acımasız ve mızmız bir tonda tasvirine yeltendiğiniz o düzineler dolusu cahil insandan nedir sizi üstün kılan? Gayretkeş bir edayla vasıflandırmaya çalıştığınız fazilet ve bayağılığın, birbirine dolandığı için kendi aslî renklerinden uzaklaşarak griye çalan siyah ve beyaz iki ip yumağına benzediğinin sizler farkında mısınız acaba? Allah’ın sizleri seçip göndermediği besbellidir… O gönderseydi, sizlerden daha kudretli olanları gönderirdi. O, gönderdiklerinin yüreğini hayata, hakikate ve insanlara karşı tutku dolu bir aşk ateşiyle yakıp da gönderirdi, onlar alev alev yanan kandiller misâli güç ve şöhretleriyle karanlıktaki varlıklarımıza ışık tutmuş olurlardı… Sizler ise şeytanın zafer meşalesi gibi kesif dumanlar yayıyorsunuz; dumanınız zihinlere, ruhlara sızarak onları özgüvensizlik zehriyle zehirliyor. Sahi, tam neye hizmet ettiğinizi söyleyebilir misiniz?

Bu adamın sıcak nefesini yüzümde hissediyordum, bakışlarıyla karşılaşmaktan korktuğumdan gözlerim yere bakıyordu. Beynime birer kor gibi damlayan sözleri beni hasta etmişti… Basit sorularına cevab vermenin ne kadar zor olduğunu dehşetle fark ettim… Ve suskunluğumu sürdürdüm.

— Şu hâlde, senin yazdıklarının ve senin gibi yazanların gayretli bir okuyucusu olarak şunu soruyorum ben: Yazmaktan muradınız nedir? Sizler ki boyuna yazmaktasınız… İnsanların yüreklerinde iyi duygular uyandırmak – bu mudur yapmak istediğiniz? Ne var ki soğuk ve kısır kelimelerle bunu yapmanıza imkân yok, asla! Mıncık mıncık edilmiş, paçavraya dönmüş bayat kalıblar üzerinden hayata yeni bir şeyler katmanıza asla imkân yok. Ne kadar utanmaz olduğunuz dışında, yazdıklarınızdan çıkarılacak hiçbir ders de yoktur. Sıkıcı mı sıkıcı yazdıklarınız, sıkıcı insanlar, sıkıcı fikirler, sıkıcı olaylar… Ruhu uyandırmaya, ruhun yeniden doğuşunun lüzûmundan bahsetmeye ne zaman sıra gelecek? Nerede ibdâcı hayata çağrı, cesaret aşılayan sözler, ruhu coşturacak kanatlı sözler, nerede?

Bana şunu diyebilirsin: Hayat ürettiklerimiz dışında farklı imkân ve tercihler sunmuyor bize. Hiç böyle konuşma, zira kelâm kudretine sahib olma bahtına eren biri için hayat karşısında güçsüzlüğünü itiraf etmek ve onu daha yükseklere taşıyamamak utanç vericidir. Şayet senin bulunduğun seviye hayatla bir seviyeyse ve hayal gücün hayatta mündemiç olmayan, ancak öğretilmesi de zorunlu formları icad etme kudretinden mahrumsa, çalışmalarının kime ne faydası olacak ve kendini hangi sıfatla aklayabileceksin? İnsanların hafızasını yine onların hayatlarından çekip çıkardığın yığınla fotoğraf karesiyle doldurup çöplüğe çevirmekle onlara zarar vermiş olabileceğini hiç düşünmüyor musun? Zira –itiraf et!- sunduğun hayat tablolarında ne insana intikam yeminleri ettirecek bir utancı açığa çıkarmayı beceriyorsun, ne de varlığın farklı formlarını yakıcı bir arzuyla devşirmeyi biliyorsun. Başkalarında görüldüğü gibi hayatın nabız atışlarını hızlandıracak, nefesinle onu fokurdatabilecek bir gücün var mı?

Tuhaf sohbettaşım bir dakika süren bir sessizliğe büründü, ben ise onun sözleri üzerinde sessizce düşündüm:

— Çevremde zekâsıyla ün salmış pek çok insan var, ne var ki aralarında sîreti temiz olan yok denecek kadar az; zaten onlar da ruhen meyus ve hasta kişiler. Ve nedense gözüme çarpan hep şu oluyor: Ruhen ne kadar saf ve temizse, iyiyse bir insan, yaşama şevki de o nisbette az ve hastalıklı biri oluyor. Hayat omuzlarında ağır bir yükmüş gibi yaşıyor. Yalnızlık ve keder bu gibilerin kaderi. Daha iyi bir hayata hasret onlarda o kadar az ki, onu var kılmaya güçleri yok. Ruhları gayrete getirecek sözlerin onların yardımına vaktinde yetişmemiş olması, sakın, onların bu derece zavallı ve tükenmiş olmalarının gerçek sebebi olmasın?..

— … Ve ayrıca, -konuşmasına devam etti tuhaf sohbettaşım- ruhu arındırıcı, yaşama sevinciyle taşan gülüşleri insanda doğurmaya muktedir misin? İnsanların güzel gülüşleri tamamen unutmuş olduklarının bilmem farkında mısın? Gülüşlerinde sadece kötülük ve bayağılık var ve genellikle ağlayacak gibi gülüyorlar; fakat onlardan, gülerken insanın göğsünü sarsması gereken candan ve sevinçli gülmeyi asla işitemezsin; zira güzel gülüşler ruha letafet verir… Gülmek insanoğlunun vazgeçilmez bir ihtiyacıdır, çünkü onu hayvanlardan üstün kılan sayılı üstünlüklerden biri de gülmesidir. İnsanları olsa olsa gülünç ve zavallı bir hâle sokacak çirkin ve bayağı gülüşlerden farklı bir gülüşü insanlara kazandırabilir misin? Şunu anla ki, vaaz vermeye hakkın olabilmesi için, sendeki kabiliyetin; hayatın biteviye dar ve katı kalıblarını bir çekiç misali kırıp parçalayacak ve yerine hür hayat formlarını ikame edecek samimi duyguları insanlarda uyandıracak kifâyette sağlam bir temeli olması gerekir. Öfke, nefret, cesaret, utanç, tiksinti ve en nihayet ölümcül umutsuzluk; al sana yeryüzündeki her bir şeyi temelinden sökebilecek manivelalar. Bunları çıkarabilecek bir gücün var mı? Onları kuvveden fiile geçirebilir misin? Ruhlarında zaaflarına karşı kudsî bir nefret veya ıztırablarına karşı yüce bir şefkat bulunması gereken insanlara seslenme hakkını kendinde görebilmen için elzem olan bunlardır; şayet ruhun bu duygulardan yoksunsa, o hâlde tevazu göster de, söyleyeceklerini söylemeden önce iyice düşün…

Ortalık ağarmaya başlamıştı, ama ruhumdaki her şey kesif bir karanlıkla kaplanmıştı. Muhatabım ise ruhumda hiçbir sır kalmaması için her şeyi gözlerimin önüne sermişti. Zaman zaman zihnim şübheye kapılıyordu:

“O, insan mı?”

Fakat beynim onun sözleriyle öyle massedilmişti ki bu muammayı çözecek güç kalmamıştı bende ve sözleri yeniden birer diken gibi beynime saplanmaya başladı:

— Her şeye rağmen hayat genişliğine ve derinliğine ilerlemeye devam ediyor, ne var ki ağır adımlarla ilerliyor; zira onun adımlarını hızlandırıcı güç ve maharete mâlik değiliz. Hayatın ilerlemesiyle birlikte, her geçen gün insanlar yeni sorular öğreniyor. Onları kim cevablayacak? Cevablar sizlerde, siz havarîliğe soyunanlarda olmalı. Peki, sizler, hayatın başkalarına anlatılamayacak denli ketûm olduğunu biliyor musunuz? Çağınızın hangi meselelerine vakıfsınız, geleceği önceden görebiliyor musunuz? Hayatı tefessüh etmeye ve ruhu çökmeye yüz tutmuş insanı gafletinden uyandırabilecek hangi sözleriniz var? O, artık ruhen yıkılmış, hayata ilgisi ise hiç mesabesine düşmüştür ve onun meziyetleriyle yaşama arzusu her geçen gün sönüyor, tıpkı bir domuz gibi yaşamak istiyor ve –işitiyor musun?- artık ideal kelimesini her işittiğinde ona sadece dilini çıkarıyor. İnsan et ve deri giydirilmiş koca bir kemik yığınına dönüşmüş durumda ve bu iğrenç kütleye hareket veren de ruh değil, şehvet arzusu. Ona ihtimam gerekiyor, henüz insanlığını daha tam kaybetmemişken, onu hayatta tutmaya âcilen! bir çare üretmelisiniz! Fakat sizler, sadece inleyip sızlanarak, ah vah çekerek veya onun çürüyüp kokuşmasını kaleminize kayıtsızca dolayarak onu yaşamaya nasıl iştiyaklı kılabilirsiniz ki? Hayata çürümenin kokusu sinmiş; korkaklık ve kölelik kalbleri istilâ etmiş, tembellik zekâları ve elleri yumuşak zincirlere bağlamış… İğrençliğin bu hercümerç ortamına katacak neyiniz var? İstisnasız hepiniz ne kadar da çapsız ve zavallısınız, hem ne kadar çoksunuz öyle! Ah, keşke karşıma sert, kararlı, ama kalbi ateşli bir sevgiyle dolu ve âlemşümûl bir zekâ gücüne sahib biri çıkagelseydi! Bu utanç dolu sessizliğin boğucu havasında çan sesleri gibi kehanet dolu kelimeler yankılanırdı ve belki yaşayan ölülerin hakir gönülleri tir tir titrerdi…

Bu sözlerden sonra uzunca bir süre sessiz kaldı. Ondan tarafa bakmıyordum. Bende galebe çalan duygunun dehşet mi yoksa utanç mı olduğunu hatırlamıyorum.

— Bana ne diyebileceksin? sorusu yankılandı umursamazcasına.

Dedim:

— Hiçbir şey!

Ve yeniden sessizlik oluştu.

— Peki, şimdi nasıl yaşayacaksın?

Dedim:

— Bilmiyorum.

— Ee, bir şey söylemeyecek misin?

Karşılık vermedim.

— Sükûttan üstün bilgelik yoktur!..

Onun bu sözleriyle arkasından sökün eden gülüşü arasında geçen sessiz süre ıztırab verici olmuştu. O, insanların uzun zamandır pek rastlanılmayan yapmacıksız ve zarif gülümsemesiyle, keyif duyarak gülmüştü. O lânet olası gülüş karşısında yüreğim kan ağlamıştı.

— Ha, ha! Ve sen, hayat öğretmeni, ha? Aklı hemencecik karışıveren sen? Sanırım, artık kim olduğumu anlamışsındır? Efendim? Ha, ha, ha… Sizlerden yaşlı doğan her genç benimle düşüp kalkmak istediğinde, kafası işte böyle bulanıverir. Sadece yalanın zırhını kılıf edinen küstahlar ve edebsizler, vicdanlarının mahkemesinde yılgınlık göstermezler. İşte görüyorsun, bir fiskelik gücün varmış; pat, yıkılıveriyorsun! De, seni dinliyorum, söylediklerimi çürütecek, kendini aklayacak bir şeyler söyle, haydi! Yüreğinde duyduğun sıkıntı ve utancı bir kenara at şimdi. Bir dakikalığına da olsa güçlü ve metin ol ki, yüzüne savurduğum ne varsa, geri alabileyim. Sizlere selâm durabileyim… Senin şâkirdin olmaya beni ikna edecek bir şeyler göster ruhundan! Bana bir öğretmen gerek, zira insanım; hayatın karanlığında yolunu kaybetmiş biriyim ben; ışığa, hakikate, güzelliğe, yeni bir hayata açılacak bir çıkış arıyorum. Haydi, göster yolu! İnsanım ben. Nefret et, döv, vur; ama hayatın umursamazlık bataklığından da çekip çıkar beni! Olduğumdan daha iyi biri olmak istiyorum ben; nasıl yapayım? Öğret!

Düşündüm: Yapabilir miydim bunu, haklı bir taleble karşıma çıkan bu adamın arzusunu gerçekleştirecek kudrette miydim ben? Hayat sönmeye yüz tutmuşken, insan aklı şübhenin karanlığıyla çepeçevre kuşatılmışken, çare aramaya, evet, ihtiyaç vardı. Ama nerede? Bildiğim bir şey varsa, o da mutluluk peşinde koşmaya lüzûm olmadığıydı; hem ne diye mutluluk? Hayatın anlamı mutlulukta değildir, zira mutlu olmak insana kâfi gelmeyecektir: o yine de fazlasını isteyecektir. Varlığın kendi yüksek hedefinden asla kopmaması için elzem olan, hayatın anlamının güzellikte aranması ve hedefe erdirecek gücün temin edilmesidir. Bu mümkün olurdu, fakat insan ruhunun hürriyetine imkân tanımayan hayatın eskimiş, pörsümüş, dar ve katı çerçevesi içinde değil…

O tekrar gülmeye başladı, fakat hafif bir perdeden, yürek sızlatan insanî bir gülüşle güldü.

— Yeryüzünden sayısız insan gelip geçti, fakat âbidesi dikilecek ne kadar az insan var! Neden böyle? Neyse, her zaman gıbtayla baktığım maziyi bir kenara bırakalım. Zira günümüzde, ölümü ardından iz bırakacak öyle insanlar yok artık. Pinekleyip uyukluyor insan… Ve onu uyandıracak hiç kimse yok. O uyukluyor, hem de hayvana dönüşme pahasına. Onun kırbaçlanmaya ve kırbaç darbelerinin ardından sevginin ateşli şefkatine ihtiyacı var. Onun canının acıtılmasından çekinilmemeli: Şayet, onu merhametinden döversen, o bunu kendisine yapılan bir hizmet olarak kabul edecektir. Kendi nefsi için üzüntü ve utanç duyacak kıvama geldiğinde ona ateşli bir şefkat göster ki, yeniden doğup, yeniden dirilebilsin… İnsanlar? Her iki cins de, câniyane eylemleri ve çarpık düşünceleriyle parmak ısırtsa da, hâlâ çocukluk çağını yaşıyor. Her zaman sevgi ve şefkate muhtaç olmuştur onlar; ruhlarının taze ve temiz gıdalarla beslenmesine sürekli ihtimam gerekiyor… Peki, sen insanları seviyor musun?

– İnsanları sevmek?

Şübheyle tekrarladım soruyu; zira insanları sevip sevmediğimi bilmiyordum. Samimi olmak gerekirse bunu bilmiyorum. Kim diyebilir ki: İşte ben insanları seviyorum! Kendi üstüne titizlenen her insan, “seviyorum” deme cesaretini göstermeden önce, böyle bir soru karşısında uzunca bir süre düşünür. Yakınlarımızın bile bizlerden ne kadar uzak olduğunu bilmeyenimiz yoktur.

— Cevab vermiyorsun? Fark etmez, suskunluğun da bir cevab benim için… Ve gidiyorum…

— Niye ki? diye sordum kısık sesle. Zira o, benim kendime korkunç göründüğümden daha az korkunç görünüyordu bana.

— Evet, gidiyorum… Yine görüşeceğiz. Bekle!

Ve gitti.

Nasıl gitti? Hiç farkına varmadım. Gidişi âni ve sessizce oldu, kaybolan bir gölge gibi… Ben ise uzun bir süre daha, parkta oturduğum bankta kalmaya devam ettim; ne dışarıdaki soğuğu hissetmiş ne de parlak ışığıyla donmuş ağaç dalları üstünde parlayan güneşi fark etmiştim. Aydınlık günü ve her zamanki gibi ışıl ışıl parlayan güneşi görmek tuhafıma gitmişti. Kar örtüsüne bürünmüş bu yaşlı, yorgun yeryüzü, güneşte göz kamaştırıcı bir parlaklıkla parlıyordu…

Rusçadan Tercüme: Kenan Duru

Akademya Dergisi

adminadmin