Kültür
Giriş Tarihi : 19-08-2018 14:00   Güncelleme : 19-08-2018 14:05

Türkler neden yenilmezler?

Türkler neden yenilmezler?

''Türk’ün muzaffer olmasının ikinci sebebi ise Türklerin İslamiyet’e olan sarsılmaz inançlarıdır. Halbuki biz Hıristiyanlarda dinimize karşı böyle sağlam bir inanç yoktur. Hakikî ve samimî Hıristiyan çok azdır. Hıristiyanlar tarafından öldürülen Türkler aziz sayılır, şehit telâkki edilir.'' 1551 yılında Baden - Württemberg eyaletinde doğan Salomon Schweigger, İstanbul'a elçi tayin edilen Sinzendorff heyetine elçilik vaizi olarak katılır. Kâmil Yeşil, Schweigger'in 'Türkler Neden Yenilmezler' başlıklı yazısını alıntıladı.

Türkler neden yenilmezler? Bu soruyu soran ve makalesine başlık olarak koyan kişi; Salomon Schweigger. 1551 yılında Baden - Württemberg eyaletinde doğan yazar, İstanbul'a elçi tayin edilen Sinzendorff heyetine elçilik vaizi olarak katılır. Heyet Viyana'dan hareket edip Tuna’dan gemi ile Fischamend, Komorn, Gran üzerinden Belgrad'a, buradan da Niş, Filibe, Edirne üzerinden kara yolu ile 1578 yılı ocak ayında İstanbul'a gelir. Schweigger elçilik vaizi olarak üç yıl İstanbul'da kalır ve bu esnada Osmanlı idaresi altındaki memleketleri de ziyaret eder. Kur’an-ı Kerim’i “Al Kur’anus Mahomedianus” adıyla Almancaya ilk tercüme eden kişi olarak bilinmektedir.

Afrin şehit ve gazilerine ithafla alıntıladığımız bu makale de yazarın yakından tanıdığı Türkler hakkında yazılmış ve Prof. Yaşar Önen tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

***

Hıristiyanların nasıl olup da Türkler karşısında hiçbir şekil­de başarıya ulaşamamaları ve Türklerin her savaşta büyük zaferler kazanmaları, öteden beri üzerinde durulan bir dert ve çözülemeyen bir mesele olarak süregelmiştir. Ben burada pek eskilere gitmeden ve uzak ülkelerde olup bitenlere temas etmeden ancak civar memleket­lerdeki en yeni olaylardan söz edeceğim. Türk’ün, mukaddes Roma Cermen imparatorlarından FerdinandII. Maximilian ve II. Rydolph ile Macaristan'da yaptığı savaşlar hakkında bilgi vereceğim.

Bu konuda aramızda pek çok kimse, Türk’ü Enak ve Samson gibi dev cüsseli yaratıklar soyun­dan gelme iri yarı, gözü pek cengâverler sanır ve bütün Hıristiyanları onun karşısında ürkek çekirge sürüsüne benzetir ve yine Türklerin oturdukları şehirlerin tırmanılması imkânsız, göklere kadar uzanan surlarla çevrildiğini yahut da onların Câlût gibi tepeden tırnağa silâh­la donatılmış olduğunu sanır.

Herkes, bu inanışın doğru olmadığını, Türklerin Hıristiyan âlemi­ne karşı bu büyük zaferleri kazanmalarının gerçek sebeplerinin başka şeyler olduğunu bilmelidir. İşte ben bu maksatla Türk’ün harp sanatı ile Hristiyanlarınkini karşılaştıracağım, bunu yaparken de iyi ve kötü taraflarını belirteceğim. Bununla beraber ilk önce şu hususu bilhassa belirtmek isterim:

“Tanrı Türk’ü koruyor ve Türk durmadan zaferler kazanıyor” 

Her şeye Kaadir olan Ulu Tanrı bu savaşlarda Hıris­tiyanları cezalandırmak ve ıslah etmek için Türkleri vasıta olarak kul­lanmakta, onlara bu zaferleri bahşetmektedir. Her ne kadar Türk’ün kuv­veti çok büyük ise de, bu, Hristiyan’ın hiçbir zaman Türk’ü yenemeye­ceği demek değildir. Ne var ki, Hristiyan âlemi bir türlü bu zaferi sağ­layamıyor; çünkü Tanrı bütün kudretini Türklere veriyor, onları Hristiyanlara karşı koruyarak sonunda zaferi onlara bahşediyor.

O halde ya­pılacak iş, Tanrı’nın Türklere bu teveccühü ne için yaptığını anlamaya çalışmaktır [Esa 22]. Evet, Tanrı Türk’ü ucu çivilerle kaplı bir değ­nek, bir kırbaç, güçlü bir sopa, bir balta yahut da kötülükleri ve günah­ları temizleyecek bir süpürge olarak kullanmaktadır. (İşaya 10, 14). Babil'de olduğu gibi, pek çok günah işledik ve Tanrı'ya itaat etmedik; bi­rinci sebep budur. Bu sebeple Tanrı Türk’ü koruyor ve Türk durmadan zaferler kazanıyor.

“Hakikî ve samimî Hıristiyan çok azdır”

Türk’ün muzaffer olmasının ikinci sebebi ise Türklerin İslamiyet’e olan sarsılmaz inançlarıdır. Bu batıl inanış uğruna savaşıyor, önlerine gelen her şeyi silip süpürüyorlar. Halbuki biz Hıristiyanlarda dinimize karşı böyle sağlam bir inanç yoktur. Hakikî ve samimî Hıristiyan çok azdır. Hıristiyanlar tarafından öldürülen Türkler aziz sayılır, şehit telâkki edilir.

Bunun dışında Türklerin cesaretleri herkesçe malumdur. Cesaret yanında onların çok büyük bir meziyetleri daha vardır: İtaatkârlık. Şeref ve itibar kazanmak için bütün zekâ, tecrübe, bilgi ve cesaretlerini kul­lanarak birbirinden daha üstün olmaya çalışıyorlar.

“Türk durmadan savaşır ve bu sayede de cesaret ve kahra­manlık gibi vasıfları paslanıp kalmaz”

Öte yandan devlet çok büyük, arazi alabildiğine geniş, insan gücü fazla. Türk’ün askeri nerede olsa konaklayacak bir yeri kolaylıkla bulu­yor. Şüphe yok ki her tarafa yayılmış olan büyük milletin düşmanı da çok. Ama Türk durmadan savaşır ve bu sayede de cesaret ve kahra­manlık gibi vasıfları paslanıp kalmaz. Hemen hemen her yerde ve her zaman yiğitliğini ve gücünü göstermek imkânını bulur.

Türkler, mevkinin onlara şeref ve asalet kazandır­madığının bilincindedirler

Türklerde şeref ve itibarı yaratıp kazanan, kişinin kendisidir. Zira vezir, paşa, beylerbeyi v.s. gibi mühim mevkilere gelmiş kişiler, hiçbir suretle şu veya bu soya mensup olmakla övünmezler. Şu veya bu asil sülâleden geldikleri için yükselmiş yahut da bulundukları mevkilere lâyık görülmüş olmak gibi bir durum onlara şeref ve asalet kazandır­maz. Aksine asıl şeref ve itibar o kişinin şöyle konuşmasındadır: «Ba­bam köylü, işçi yahut da sığır çobanı idi. Ben bu şerefli mevkie kendi gayretim, bilgim ve cesaretim sayesinde geldim

Ama bu demek de­ğildir ki asil bir aileden gelme, yiğit ve soylu bir ana babaya sahip olma küçümsenir. Soylu ana babanın iyi huyları şüphesiz evlâda da geçer. Çocuklar tabiatıyla ana babaya benzeyecektir. Horatius'un da dediği gibi «atlarda ve sığırlarda ana babaların huyu suyu açıkça gö­rülür; soylu kartaldan ürkek bir güvercin, kargadan da ispinoz türemez.» Bununla beraber bu konuda çok aksaklık vardır ve şu deyim de yaygındır: «Zengin, soylu ve itibarlı kimselerin çocukları nadiren aynı şeylere sahip olurlar.» Esav, Abşalom ve diğer birçoklarında olduğu gibi.

Ya Almanlarda durum nasıl? Böyle bir itaat ve saygıdan eser yok. Aynı şekilde aklı başında ve tecrübeli askere de hak ettiği değer ve ücret verilmez. Çok defa asilzade olan bir şahıs, askerlik konusun­da hiçbir bilgisi olmasa dahi emir ve kumanda mevkiine getirilir. Al­bay, yarbay yahut da yüzbaşı rütbesindeki bir kimse bakarsınız, haya­tında ilk defa bir muharebeye katılmaktadır. Öte yandan harp sanatın­dan anlayan, bu konuda tecrübesi olan, yetenekli ve bilgili bir kimse o mevkilere getirilmez. Çünkü o asilzade değildir, bir kayıranı yok­tur.

“Bizde orduyu toplamak büyük çaba gerektirir”

Türkler askerlerini yalnız savaş halinde değil, sulh halinde de de­vamlı olarak silâh altında ve her zaman savaşa hazır bir durumda tutu­yor. Savaş olmadığı zaman da asker, maaşını tam olarak alıyor. Sefere katılan askere yiyecek-içecek ve diğer malzeme ve teçhizatı mükem­mel ve eksiksiz veriliyor. Halbuki bizim Alman askerlerine gerek sava­şa giderken, gerek savaş alanlarında erzak ve teçhizatı son derece idareli ve kısıtlı verilmektedir.

Mukaddes Roma Cermen İmparatorluğu’nda orduyu çeşitli mem­leket ve bölgelerden toplayıp bir araya getirmek ve onların talim ve terbiyesini sağlamak büyük çaba harcamayı gerektirmektedir. Türki­ye'de ise ordu her an savaşa hazırdır. Talim ve terbiyesi önceden mü­kemmel olarak sağlanmıştır. Bizde meclislerin toplanması, müzakere­ler yapılması ve bu arada çeşitli krallık, dukalık ve prensliklerin birbi­rinden daha üstün gözükmek için orduya yardım konusunda yersiz gösteriş yarışmalarına girişmeleri, işi bir hayli uzatır. Bu meclisler ve meşveretler sonuçlanıncaya kadar düşman çoktan harekete geçmiş, cephelerde top ve tüfeği ile büyük rahneler açmıştır. Türkler bunu pek iyi bildikleri için böyle bir durumda asla vakit kaybetmez, derhal harekete geçerler.

“Hıristiyanlar da cesur ve yüreklidir; ama…”

Silâhlar, asker miktarı ve cesaret meseleleri söz konusu olunca: Türklerin Hıristiyanlardan daha cesur olmadıklarını söyleyebilirim. Ben bunu çok defa bizzat Türk askerlerinden dinledim: Şayet her iki tarafın askeri ve teçhizatı sayıca birbirine denk olursa, Türkler bu ka­dar parlak zaferleri zor kazanırlar. Çünkü böyle bir durumda Hıristiyanlarla savaşı kolay kolay göze alamıyorlar. Ama Hıristiyanların iki üç misli olunca rahatlıkla savaşa girişiyorlar. Hıristiyan ve Türk aske­ri sayıca aynı olduğu takdirde onlar savaş meydanında tutunamazlar.

Kısacası, Hıristiyanlar da cesur ve yüreklidir. Ama ah diğer bir­çok işler doğru dürüst yürüse!

“Bizde asker şöyle düşünür: Savaştan bana ne! Eli­me ne geçecek!”

Bir Türk’ün bir zamanlar bana anlattığına göre, padişahın ekme­ğini yiyen ve ondan aylık alan halkın genç, ihtiyar, erkek, kadın sayısı on bir defa yüz bini (bir milyon yüz bini) bulurmuş. Buna inanmak güç. Bu rakamın yarısı bile çok. Türkler kuvvetlerini çok büyük gösterip bizi korkutmak için bu gibi meseleleri biraz abartırlar. Olsa olsa sa­vaşta dört defa yüz bin asker çıkarır. Bu da yukarıda söylenen mik­tardan çok az.

Mukaddes Roma Cermen İmparatorluğunun askerinin neden Tür­k’ün askeri kadar olmadığının sebebi şudur: Türklerde olduğu gibi biz­de askerîn mutlaka savaşa katılma mecburiyeti yok. Onlarda asker isterse de, istemezse de savaşa gider; zira bu asker savaşta da sulh zamanında da maaş alan daimî askerdir. Halbuki biz Hıristiyanlarda durum böyle değil. Bizde asker şöyle düşünür: Savaştan bana ne! Eli­me ne geçecek! Savaşa katılıp cephede ölmem, aileme, onun geçimine bir fayda sağlayacak mı? Yahut da bir çarpışmada yaralanır, bir uzvu­mu kaybederek sakat kalırsam kendi ekmeğimi kazanmak için ömür boyu dilenci olarak çalışmaya mecbur kalacağım.

Halbuki hiçbir Türk askeri böyle bir iddiada bulunamaz, mazeret ileri süremez. O varlığını, bir bakıma hayatını para karşılığında satmıştır. Başka bir mesleği de yoktur. Mukaddes Roma Cermen İmparatorluğu’nda da askere savaşta ve sulhta devamlı ücret ödenir ve asker, ailesini bu para ile geçindirmek imkânını bulursa…

Ama biz Hıristiyanlar bu durumda Fransa'da, Hollanda'da olduğu gibi birbirimizi yemekle meşgul olmamalıyız. Hep birden Türklere karşı birleşmeliyiz. İşte o zamandır ki, askerî gücümüz eşit olmakla kalmayacak, onlardan daha üstün olacağız. Diyebilirim ki, sadece Almanya, Hollanda ve Polonya tam birleşseler asker sayısı bakımından Türkleri geçeriz.

(…)

“Türklerin gelenekleri, padişahların surlar ve burç­lar arkasında yaşamasına izin vermez”

Almanya'da üç yüz mil seyahat edilse ne kadar güzel şehir ve köylerle karşılaşılaca­ğını herkesin takdirine bırakıyorum. Bu ülkeler her halde Tanrı’nın la­netine uğramış. İncil'de yazıldığı gibi [Psalm 127], çocuklar Tanrı'nın lütfu ve insanlığa hediyesidir. Ama Tanrı bazı milletleri kısır erkekler ve göğüsleri kurumuş kadınlarla doldurur. Öyle ki bu kadınlar ne ha­mile kalır ne de doğururlar (Ose 9). Tanrı Kudüs hakkında da şöyle söylemiştir: Bu şehir bir gün mamur olacak, öyle ki, sokakları koşuşup oynaşan erkek ve kız çocuklarla dolup taşacak (Zach. 8). (…)

Türklerin gelenekleri, padişahların surlar ve burç­lar arkasında yaşamasına izin vermez. Eski Isparta şehirleri de böyley­di, sursuz açık şehirlerdi. İustinus, şehrin çevresinin tuğla taşlarıyla değil, güçlü kuvvetli insanlar ve cesur askerler tarafından korunduğu­nu söylüyor. Aynı şekilde Türkler de sınırlarını surlar ve kale burçları ile korumuyorlar. Onlar güçlerini taştan duvardan değil, yumrukların­dan alıyorlar. Bunun için ne kadar övünseler azdır.

Kaynak: (Dünya Edebiyatından Seçmeler 1. yıl, I. cilt, 3. Sayı, Temmuz 1977)

 Alıntılayan: Kâmil Yeşil

https://www.dunyabizim.com

adminadmin