Kültür
Giriş Tarihi : 25-11-2018 10:00   Güncelleme : 25-11-2018 10:00

Üçüncü Dünya Savaşı

​Üçüncü Dünya Savaşı başladı mı, buna dair en erken tarih hangi yıl olabilir? Buna dair bazı tahlil ve muhakeme ve kanaatimizi icmâlen şöyle takdim edebiliriz:

Üçüncü Dünya Savaşı

Geçen yüzyılın sonlarında Afganistan’dan Yemen’e, Bosna’dan Çeçenistan’a kadar “parça parça” devam eden savaşları “Üçüncü Dünya Savaşı” olarak tavsif edilebiliriz ki, 1978 yılında Afgan Kralı Davud Han ve efradının katledilmesi akabinde Babrak Karmal, Hafızullah Amin ve Nur Muhammed Taraki tarafından ilân edilen Komünist rejime karşı Afganlı müslümanların Karela, Nuristan ve Herat isyanları, nihayet 1979 Aralık ayında Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesini bu savaşın başlangıç  tarihi olarak kabul edebiliriz.

Üçüncü Dünya Savaşı’nın ne zaman başladığına dair herhangi bir tarih nazarımıza çarpmasa bile bu savaşın uzun soluklu olacağına dair bazı anektodlar dikkatimizi celbetti.

Bunlardan bir-ikisi kısaca şu: Albert Pike’ın İtalyan Jusepte Mezzini’ye 15 Ağustos 1871 yılında “İlluminati’nin amacına ulaşması için öncelikle 1. Dünya Savaşı çıkarmalıyız” diye başladığı ve “3. Dünya Savaşı’ndan sonra Armagedon Savaşı başlatmalıyız” şeklinde bitirdiği mektup ve 19 Ağustos 2014 tarihinde Katoliklerin ruhanî lideri ve Vatikan Devlet Başkanı Papa Franciscus her ne kadar herhangi  bir tarih vermemiş olsa da; “Biliyor musunuz? Üçüncü Dünya Savaşı’ndayız. Lâkin parpa parça…”  şeklindeki yorumu bir hayli anlamlı.

Dahası, ABD Dışişleri Bakanı Conoleezza Rice’nin 7 Ağustos 2003 tarihinde Washington Post gazetesinde yayımlanan demecinde, “22 Ülkenin sınırları ve rejimi değişecek” demesi, aynı tarihlerde Evancelist W. Corch Bush’un Irak ve Afganistan işgalini “Haçlı Seferleri” olarak ilân etmesi ve BOP çerçevesinde on küsür yıl sonra “Arap Baharı” denilen isyanların Ortadoğu’yu sarması ve  Libya’nın işgal edilmesi, meselenin ziyadesi…

Bilindiği gibi 1958-1965 yılları arasında II. Vatikan Konsili’nde alınan kararlar çerçevesinde “Dinler Arası Diyalog” başlatılmış ve bu vesileyle dünyanın her tarafında Komünizmle Mücadele Dernekleri desteklenmiştir. Bu dernek aslında İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği’ne karşı ABD-İngiltere öncülüğünde kurulan NATO’ya üye olan ülkelerde sivil toplumu kontrol edebilmek ve yönlendirebilmek için Devlette resmî görevi olmayan sivil vatandaşlara ve hususiyetle de İstihbarat Teşkilâtı’nda görev yapan fakat bu görevi gizlenen seçkin sivillere Sivil Toplum Örgütü olarak kurdurulmuştur. Daha açık ifadeyle, NATO üyesi ülkelerde Komünizmle Mücade Derneği adı altında faaliyet gösteren her örgüt âdeta NATO’nun “gizli el”i gibidir. Bu eli yöneten ise 1991 yıllarında İtalya’da meydana çıkartılan ve hemen her NATO ülkesinde olduğu iddia edilen Gladyo namlı örgüttür. NATO bünyesinde olan her ülkede faaliyet gösteren Gladyo namlı örgüt, üyelerini, bürokratından teknotratına, askerinden emniyetçisine, siyasetçiden gazeteciye, işadamından sivil dernek yöneticisine, din adamından akademisyenine kadar her zümreden seçkin-elit ve aristokrat insanlar arasından devşirmiştir. Türkiye’de Kont-Gerilla ve JİTEM gibi örgütlerin Gladyo ile alâkası olduğu iddia edilmektedir.

“Kısa Kılıç” mânasına gelen Gladyo’nun görevi ise, NATO’ya bağlı ülkelerde ABD ve İngiltere tarafından tasvip edilmeyen hükûmetlerin gerek Askerî Darbe ve gerekse Halk İsyanları veya hukukî yollarla devrilmesini sağlamaktır. Bununla birlikte, yine NATO’ya bağlı ülkelerde ABD ve İngiltere tarafından tasvip edilmeyen isyanların derhâl bastırılmasıdır.

Komünizmle Mücadele Derneği ile ilgili mücmel anektodlar için FETÖ yapılanması bölümüne bakılmasını hatırlattıktan sonra Üçüncü Dünya Savaşı için en erken tarih olarak verdiğimiz 1979 yılında Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesi hakkında anektodları ve bununla birlikte aynı yıllarda Çin’de Deng Şaoping’in iktidara gelmesi hâdisesini icmâlen zikredebiliriz. Şubat 1979 yılında, “Lâ Sünni! Lâ Şii! Vahdet! Vahdet!” sloganları eşliğinde yapılan lâkin daha sonraki yıllarda Şebbiha ve Haşdi Şabi gibi Şii Gladyatörler tarafından Sünni Müslümanları katletmekte pek mahir olan örgütleri destekleyen İran Devrimi’nin dahi bu projenin bir parçası olarak görülmesi gerektiği kanaatindeyiz. Hususiyetle Ortadoğu’nun bugünkü ahvâli buna dair argümanlarla doludur…

Mao tarafından zindana atılan ve Mao öldükten sonra Komünist partisine genel sekreter seçilen Deng Şaoping iktidara gelir gelmez Mao’nun karısının da içinde bulunduğu dörtlü çeteyi yargılamış ve ardından hemen para oligarglarıyle görüşmek için Amerika’ya gitmiştir.

Hülâsa, Üçüncü Dünya Savaşı için Afganistan ve Çin’de hemen aynı tarihlerde düğmeye basılmış, İran Devrimi bir yan ürün olarak piyasaya sürülmüştür… Önce Çin ve Deng Şaoping.

Deng Şaoping ve Para Oligarkları

ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail gibi devletlerin başını çektiği ve Vatikan Katolik Kilisesi başta olmak üzere İngiliz Milli Kilisesi Anglikan ve Ortodoks ve Protestan-Evanjelist Kiliseler ve İlluminati, Mason Locaları ve Kuru Kafa ve Kemik Tarikatı gibi ezoterik ve bâtınî örgütlerin de içinde bulunduğu birçok şer odağı İkinci Dünya Savaşı arefesinde “Kızıl Tehlike” olarak addedilen Komünizmin tamamen imha edilmesi ve hemen akabinde “Yeşil Tehlike” olarak belirlenen ve kendileri tarafından, “Fundamentalist-Radikal İslâm” tâbiriyle ifadelendirilen din mensuplarının imha edilmesi plânını devreye sokmuşlardır.

Defaaten vurguladığımız üzere bu plân ve projenin ana hedefi Hıristiyanlar açısından “Mesih’in Yeryüzü Krallığı”, Siyonist Yahudiler açısından “Davud’un Krallığı” ve Kâinatın Yüce Mimarı adını verdikleri ilaha tapan İlluminatici Masonlar açısından ise “Yeni Dünya Düzeni” kurmaktan başka bir şey değildi.

Bu plân ve projenin icrası için iki ülke “pilot bölge” olarak seçilmişti: Çin ve Afganistan…

Çin: Kâdim bir geçmişi olan ve asırlardır çeşitli sülaleler tarafından sevk ve idare edilmekle birlikte Konfüçyen, Buda ve Zen Budizmi gibi düşünce ekollerinin yeşerdiği ve şu an bir buçuk milyar küsür nüfusu olan Çin’in Henan eyaletinde bir köylü ailesinin çocuğu olarak 26 Aralık 1893 tarihinde dünyaya gelen ve 9 Eylül 1976 yılında ölen Mao Zedong 27 gibi genç bir yaşta Temmuz 1921’de Şankhay’da Çin Komünist Partisi tarafından düzenlenen ilk kongreye katılılır ve iki yıl sonra yapılan üçüncü kongrede MK üyeliğine seçilir…

1927 yılında bir grup komünist yoldaşıyla Çin’in jiggang dağlarına giden ve 1931-1934 yılları arasında burayı “Kurtarılmış Bölge” ilân eden Mao, burada Çin Sovyet Cumhuriyeti kurulduğunu ilân eder. Mao tararından idare edilen bu Cumhuriyet derhal işçi ve köylülerden oluşan Kızıl Ordu’sunu kurar. Çingang dağlarında Hunan ve Çiangsi eyaletlerinde iki fako oluşturur ve köylülere toprak dağılımı yapılır.

Buna mukâbil olarak Çin Devlet Başkanı Çan Gay Şek bu Cumhuriyeti ortadan kaldırmak için uzun soluklu bir savaş başlatır. Bu savaşta Mao Zedunk ve yoldaşları Çin’in kuzey doğusundan kuzey batısına kadar 9.600 km. geri çekilir. Komünist  militanlar bu geri çekilişi, “Uzun Yürüyüş” olarak adlandırılır.

Bu arada iki önemli unsur vardır. Birincisi; İkinci Dünya Savaşı başlamış, Japonlar Çin’i bir baştan bir başa istila etmeye başlamışlardır. Şan Gay Şek kuvvetleri işgalci Japon ordularını hemen bütün cephelerde mağlub eder. Lâkin Mao Zedunk ve yoldaşları Japon işgalcilerle savaşan yorgun milliyetçi kuvvetleri ya bir bir imha eder yahut teslim alır. Böylece, düşmanı tepeleyen yorgun milliyetçi güçler, Koministler tarafından tepelenir…

İkincisi ise komünist Mao Zedong ile milliyetçi Çan Gay Şek arasında cereyan eden savaş sırasında Sovyetler Birliği lideri Stalin, Çan Gay Şek’in oğlunu elinde rehin bulundurmasıdır.

Buna dair icmâl bir iktibas:

– “Mao Zedong’un kuvvetleri çok küçülmüş, on bin kişiyi zor bulacak düzeye inmişti. Çang ve Halliday’a göre aslında komünist ordusunun kaçmasına milliyetçiler izin vermişti, çünkü o sıra Stalin, milliyetçi lider Çang Kay-şek’in oğlunu elinde rehin bulundurmaktaydı.” [1]

Bir taraftan bu “rehine krizi”ni çok iyi değerlendiren Mao, diğer taraftan da Çin Milliyetçi Ordusu ile işgalci Japonlar arasında cereyan eden muharebeleri çok iyi verimlendirmiştir. Neticede, büyük bir kan kaybı yaşamasına rağmen işgalci Japonları mağlub eden Milliyetçi Çin  Ordusu, Mao Zedunk ve yoldaşları tarafından ağır bir hezimete uğratılır. Aynen Rusya’da savaşın içinde bulunan Çar’ın ordularının Bolşevikler tarafından mağlub edilmesi gibi.

Zafer (!) Komünist devrimcilerindir…

1934 yılında Çin Komünist Partisi Politbüro Başkanı, 1945’te ise ÇKP Merkez Komitesi Başkanı olan ve bu iki makamı çok iyi değerlendiren Mao Zedunk, 10 Aralık 1949’da Çan Gay Şek kuvvetlerini tamamen etkisiz hâle getirir. 1 Ekim 1949’da Pekin Tiananmen meydanında Çin Halk Cumhuriyeti kurulduğunu ilân eder. Kısaca şöyle:

– “Mao tarafından yönetilen ordu (artık adı işçi ve köylülerden oluşan Kızıl Ordu olmuştu) iki fako oluşturdu. Bu fakolar Ekim 1927’de toprak dağıtımının yapıldığı ve hükümetin kurulduğu Çingang dağlarında (Hunan ve Çiangsi eyaletleri arasındaki dağlar) kuruldu… 1949 yılında kıta Çin’inde iktidar ele geçirildi.” [2]

Çan Gay Şek  ise aynı gün Tayvan’a kaçar.

1945 yılından 9 Eylül 1976 ölümüne kadar Çin’in hâkimi olan Mao, bilindiği gibi 1966 yılında bütün Çin’i kuşatan ve “Kültür Devrimi” adını verdiği devrimi 1969 yılında sona erdirir. Bu süre içinde iktidar, Kızıl Muhafızlar adı verilen askerler tarafından korunmaktadır…

Mao’nun ölümü akabinde Çin’de bir iktidar mücadelesi başlar. Bu mücadelede başı, “Dörtlü Çete” tâbir edilen ve Mao’nun karısının da içinde bulunduğu zümre temsil eder. Ki bunlar “Kültür Devrimi” yerine geçebilecek olan “Kitle Seferberliği”nin devam etmesini savunan zümredir. Diğer bir zümre Hua Guofeng’in önderliğindeki zümredir. Bu zümre Sovyet modeli bir yönetim arzulamaktadır. Diğer bir zümre ise Amerikalı para oligargları ile derin diyalogları olan Deng Şaoping’in başını çektiği roformistlerdir. Bunlar, idelolojik bağlamda değil, dünya gerçekleri bağlamında bir iktisat modeline öncelik verilmesi gerektiğini iddia eden zümredir.

Mao tarafından 1967 yılında zindana atılan ve 12 yıl sonra, yâni 1978 yılında Mao’nun ölümüyle birlikte özgürlüğüne kavuşan Deng Şaopin, Çin’de çok büyük taraftar kitlesi kazanır. 11. Kominist Parti Kurultayı’nda genel sekreter olur. Şaoping’in İlk icraatı Mao’nun karısının da içinde bulunduğu, “Dörtlü Çete” tabir edilen zümreyi tutuklamak olur. İlginçtir ki genel sekreter seçilen Şaoping bir hafta sonra Amerika New York’a giderek orada “küresel para oligarglarıyle” toplantı üstüne toplantı yapar.

Devamını Ramazan Kurtoğlu’nun kaleminden icmâlen iktibas edelim:

– “… Deng Şaoping para oligarglarıyla ABD ziyaretinden döndüğünde 27 bin Çinli öğrenciyi Amerika’ya İngilizce öğrenmesi, mastır ve doktora yapması için gönderdi.“ [3]

Bu ifadelerinden sonra Kurtoğlu aynen şöyle der: “Aslında darbeyi Çin’de yaptılar.”

Komünizmi, Afganistan’a gömdüklerini de ilâve edelim. Yâni ABD, Komünizme karşı darbeyi, 1990’da Gorbaçov’un Glasdnod ilân etmesinden önce Çin ve Afganistan’da yaptı.

Hâttâ Kapitalizm, adına “Fundamentalist İslâm” dediği ve “Yeşil Tehlike” olarak isimlendirdiği müslümanlara karşı daha savaşı başlatmadan müthiş bir hamle yaparak müslümanları eylem içinde etkisiz hâle getirdi. Bu hamle Şubat 1979 yılında Molla Humeyni’ye hediye edilen DEVRİM adlı masaldan başka bir şey değildi… İran’ın Ortadoğu’daki  manevralarını yakından takip eden her fikir adamı bunu idrak edebilir.

Kısaca Kapitalizm, Üçüncü Dünya Savaşı’na gâlip olarak başladı…

Afganistan’ın Sovyetler Birliği Tarafından İşgali

Çar’ın Ordusu’nun Alman Ordusu ve müttefikleriyle savaşmasını fırsata dönüştüren ve  Rusya’da Komünist İhtilâl gerçekleştiren Bolşevikler, İkinci Dünya Savaşı’nın kaos ortamından da bir hayli yararlanarak doğuda Moğalistan, batıda Doğu Almanya sınırlarına kadar kadar uzanan topraklarda hâkimiyet kurmuşlardır. Yâni Sovyetler Birliği, kurulur-kurulmaz onlarca ülkeyi işgal etmiştir. Bununla yetinmeyen Sovyetler Birliği, hâkim olduğu topraklarda; “Kendi kaderini kendi belirlemek isteyen” milletlerin üzerine de çullanmıştır. Bunlardan en trajik olanı İkinci Dünya Harbi sonrası Çeçenlerin tamamının Sibirya’ya sürgün edilmesidir. Bu sürgün akabinde tahminen iki milyon olan Çeçen nüfus hemen hemen yarı yarıya yok olmuştur. Kezâ Kırgızlar, Özbekler, Tacikler, Kazaklar, Kırımlar vb. kavimler de, Sovyetler’in, kapitalizme ve burjuvaziye uyguladığı şevkatli (!) intikamdan nasiblerini almışlardır.

Sovyetler Birliği, Batı istikametinde de 1956 yılında Macaristan’a müdahale etmiştir. Bilindiği gibi Macarlar Turan asıllı olup daha sonra kimliklerini neredeyse kaybetmiş olan bir kavimdir. Sovyetler Birliği’ne katılmadan önce Cermen ve Slav kavimlerinin arasına sıkışmış olan Macarlar, Sovyetler Birliği’ne katıldıktan sonra Cermen baskısı ile karşılaşmamış olsalar da, Slav baskısından hiçbir zaman kurtulamamışlardır. Aksine, Macaristan’da Sosyalizm’in inşa edilmesiyle birlikte Slav baskısı daha da artmıştır. Öyle ki Macar ırkına şövenist Slavlar tarafından “jenosit” uygulanmış ve “kısırlaştırılmaya” dahi zorlanmıştır.

Buna dair misâli Ahmed Arvasi’den iktibas edelim:

– “… Meselâ Hindistan’da “kısırlaştırmaya ikna edilen” erkeklere birer radyo hediye edilmekte, yine şu anda Türkiye’de bulunan Macar Şövalyesi İmre Taht (şimdi müslüman oldu ve Emre Taht adını aldı), bu konudaki uygulamaların Macaristan’da “jenosit” (bir ırkın yok edilmesi) biçiminde cereyan ettiğini ifade etmektedir. Komünist emperyalistler, doğum oranının kalkınma hızına paralel ve dengeli tutulması maskesi arkasında, üremenin plânlanması gerekçesi ile Macarların doğmasını engellemekte ve fakat oralara yerleştirilmiş Slav asıllı kimselerin doğup büyümesine fırsat vermektedirler.” [4]

Ve Çekoslovakya: Sovyetler Birliği 1968 yılında Çekoslovakya’ya müdahale etmiştir. Bu müdahaleden önce Dupçek; “Çekoslavakya’ya bir müdahale sözkonusu olursa Batılı Sosyalist dostlarına şikâyet edeceklerini” belirtmiştir. Buna mukâbil olarak Brejnev; “Batılı sosyalistler hiçbir zaman sizden yana olmayacaktır” şeklinde cevap vermiştir. Daha ilginç  olanı Dupçek; “O hâlde Batı ülkelerinde sosyalistler hiçbir zaman bir Sosyalist Devrim yapamayacaklardır” demiş, Brejnev ise; “Böyle birşeye hiçbir zaman ihtiyaç duyulmayacaktır” şeklinde cevap vermiştir. Ve 13 Kasım 1968 tarihli Varşova nutkunda Leonid Brejnev: “Eğer sosyalizme düşman olan unsurlar, bazı sosyalist ülkelerdeki toplumun gelişim sürecini kapitalizme doğru yönlendirmeye çabalarlarsa, bu sadece söz konusu ülkenin veya ülkelerin meselesi değil, bütün sosyalist ülkelerin meselesidir.” [5] şeklinde verdiği demeçle birlikte Çekoslovakya’ya askeri müdahalede bulunulmasını meşru göstermeye çalışmıştır.

“Sosyalist ülkelerin kapitalizme meyletmesi” (!) durumunda SSCB tarafından illâ ki bir müdahale ile karşılaşacağını açıkça ifade eden Brejnev, bu ilkeye sâdık kalarak 1979 yılında Kızıl Ordu’yu Afganistan’ın istilası için seferber etmiştir. Daha sosyalist bir ifade ile; 27 Nisan 1978 yılında kurulan Afganistan Demokratik Cumhuriyeti’nin talebi üzerine Kızıl Ordu, Aralık 1979 yılında “proleteryayı” iliklerine kadar sömüren feodalitenin bekçisi olan kapitalistler ve burjuvaziden intikam almak için Afganistan’a hareket etmiştir. İcmâlen şöyle:

Ocak 1965’de Nur Muhammed Taraki tarafından Hâfızullah Amin ve Babrak Karmal ikilisinin kurucu üye sıfatıyla iştirak ettiği Afganistan Demokratik Halk Partisi kurulur. Bu kurucular Zâhir Şah’ın Krallığı boyunca ülkede faaliyette bulunur…

17 Temmuz 1973’te Yeğen Muhammed Davud, Kral Zâhir Şah’ın İtalya seyahatini fırsat bilip Silahlı Kuvvetleri arkasına alır ve kansız bir hükûmet darbesi yapar. Monarşiyi kaldırdığını ve Demokratik bir hükûmet kurduğunu ilân eder… Komünistlerin faaliyetlerinden bir hayli rahatsız olan Yeğen Davud, 1977 yılında Taraki, Amin ve Babrak’ı tutuklar, fakat onlarla aynı fikirde olup, yakın temasta bulunan subayları tutuklamak aklının ucundan bile geçmez…

27 Nisan 1978’de Albay Watanjar komutasındaki tank birlikleri Davud’un sarayını kuşatır, Albay Kadir tarafından da Kraliyet Sarayı havadan bombardımana tutulur. Davud’la birlikte ailesi ve birçok saray muhafızı katledilir ve ordu kontrolü sağlar. Askeri Devrim Komitesi yaptığı açıklamada, “Afganistan tarihinde ilk defa olmak üzere sultanların sultasına asker tarafından son verildiğini” ilân eder. Devlet Başkanlığı’na da Nur Muhammed Taraki getirilir.

(Daha sonra Hâfızullah Amin ve Babrak Karmal gibi Sovyetler’e bağlı işbirlikçiler bir müddet Devlet Başkanlığı görevinde bulunmuştur.)

Ülke genelinde icra edilmek istenen “Diyalektik Materyalizm” için tecrübe bakımından önce bir “pilot bölge” seçilir: Nuristan. Komünist rejim tarafından “pilot bölge” olarak tesbit edilen Nuristan’da Câmiler derhal kapatılır, Ramazan orucunun tutulması Vâli’nin direktifleriyle yasaklanır. İş bu yasaklama neticesinde 1978 yazında Nuristan halkı ayaklanır. Komünist Taraki rejimi ise ayaklanmayı en az iki bin Nuristanlıyı -Karelâ’da- katlederek bastırır. Bu katliam, Pakistan’a sığınan müfettişler tarafından ancak bir yıl kadar sonra dünya basınına duyurulur. (Çocuk ve kadınların bu katliamdan muaf tutulmadığını söylemeye gerek bile yok!)

Bu katliamın dünya çapında yankı bulduktan hemen sonra Mart 1979’da Herat halkı ayaklanır ve müslüman Afgan milleti ülke çapına yayılan isyanı buradan başlatır. Neticede Kızıl Köpekler, kırk bin küsür Afganlı Müslümanı katlederek Herat isyanını bastırır. Bununla birlikte Afgan Demokratik Cumhuriyeti tarafından Afganistan’a davet edilen Kızıl Ordu Aralık 1979 yılında Başkent Kâbil’i işgal eder. Bu tarihten sonra Sovyetler Birliği, Afganistan’a yüz binlerce asker yollar. Böylece halka rağmen kendi rejimini tahkim etmek isteyen Sovyetler Birliği, işbirlikçilerin de desteğiyle Afganistan’ı tamamen işgal eder. Bunun üzerine Tacikler, Peştular ve Özbekler, Burhaneddin Rabbânî, Gülbendin Hikmetyar, Raşid Dostum ve Mesud gibi komutanlar tarafından örgütlenerek gerilla savaşının tohumlarını atarlar. Müslüman Afgan halkının Kızıl Ordu ve işbirlikçilerle yaptığı savaş on yıl kadar sürer.

Sovyetler’in 1989’da Afganistan’dan tamamen çekilmesine kadar geçen süre içinde en az iki milyon mücahid, din-vatan uğruna hayatlarını “şehadet”le taçlandırarak noktalamıştır. Bunun yanında on milyona yakın Afganlı muhacir olarak yollara dökülmüş, iki milyona yakın insan ise, öyle veya böyle sakatlanmıştır…

Hâsılı; İktisadî bakımdan 1978 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nde Deng Şaoping’in elleriyle darbe yiyen “Kızıl Tehlike”, 1979 yılında da istila için girdiği Afganistan’da askerî bir hezimet yaşamaktan kurtulamamıştır…

Bu vesileyle Katolik Vatikan ve Ortodoks Hıristiyanlar Stalin’den intikamını almıştır.

“Stalin, Sovyetler Birliği’nde yaklaşık 59.000 kiliseyi kapatıp papazları ya Sibirya’ya sürgüne yollamış ya da topluca öldürmüştü… Arnavut Enver de tüm camileri ve Bektaşi Dergâhlarını kapattı ve Anayasa’ya “Bu Devlet Ateisttir” diye bir madde koydurttu. Stalin bile bunu yapmamıştı. Sovyet Anayasa’sında “Bu Devlet Ateisttir” diye bir madde yoktur, “Devlet, Ateizme olanak sağlar” diye yuvarlak bir ibare vardı.” [6]

Yeni Dünya Düzeni’nin İlk Sinyali

On yıllardır plân ve proje hâlinde olan fakat icraat için de hiç acale etmeyen, hedefine doğru adım adım ilerleyen İlluminatici Masonlar, Mesihçiler ve Siyonistler, bunlara bağlı bütün şer güçler nihâyet “Yeni Dünya Düzeni”ni kurmak için son hamlelerine bir adım kalacak icraatlarını başlatmaya muvaffak olmuşlardır.

Bilindiği gibi “Yeni Dünya Düzeni”nin ilk sinyali iktisadî bakımdan Çin’de Deng Şaoping’in elleriyle icra edilirken, askerî bakımdan da Afganistan’ın istilası ile başlamıştır…

Tora-Bora dağlarında on yıl gibi uzun bir savaş veren ve hemen hiçbir başarı kaydedemeyen Sovyetler Birliği, Afganistan’dan mağlûb olarak ayrıldıktan hemen sonra SSCB Başkanı Gorbaçov tarafından 1989 yılında “Glastnod-Prostreika” ilân edilmesiyle birlikte yeni bir oluşum başlatan Sovyetler Birliği, Berlin Duvarı’nın yıkılması; Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi gibi hâdiselerle artık Batı medeniyeti için “Kızıl Tehlike” olmaktan çıkmıştır. Bunun akabinde ise Amerika’nın başını çektiği “Evrensel Batı Medeniyeti” bu tarihten sonra “Global tedbir”, “Dünya barışı”, “İleri demokrasi” gibi, üçüncü dünya tâbir edilen Yerli Halk için aldatıcı, fakat Avrupa’nın emrine âmade söylem ve tezlerle bu “düzen”in “rota”sını tâyin etmiştir. Batı Medeniyeti için artık bu “rota”ya engel olabilecek tek tehlike, “Yeşil Tehlike” veya diğer bir adıyla “Fundamentalist İslâmcılar” dediği kitleden başkası değildir.

Dünyaya ilân ettiği “Yeni Dünya Düzeni”nin istediği gibi şekillenebilmesi için mutlak surette müslümanlar üzerinde tam bir hâkimiyet kurmak gerektiğini unutmayan Batı, askerî, siyasî, iktisadî ve kültürel faktörlerden oluşturduğu Post-modern “Haçlı Ordusu” ile harekete geçmiş ve 2003 yılında Irak ve Afganistan işgal edilmiştir. Daha sonra 2011 yılında “Arap Baharı” adı verilen isyanlar bahane edilerek Libya, Haçlı Ordusu tarafından işgal edilmiştir. Bununla birlikte Yemen’den Bahreyn’e kadar hemen bütün rejimler sallanmış, Tunus’tan Mısır’a kadar iktidarlar el değiştirmiş, Suriye ve Irak toprakları birer kan deryası hâline gelmiştir…

Bütün bu olup-biten hâdiseleri; “altında petrol, uranyum, doğalgaz vb. maden yatakları olan ülkelerin sömürülmesi” şeklinde sadece iktisadî olarak özetlemek, abestir. Çünkü; hem Ortadoğu petrollerini işleten şirketlerin hemen tamamı başta Rockefeller’in Standart Oil’i olduğu gibi, diğer Siyonist tüccarların firmalarından başkası değildi, hem de en son işgal edilen Libya petrollerinin yüzde yetmiş beş gibi büyük bir kısmını İtalyan, Fransız ve İngiliz şirketleri dünyaya pazarlıyordu. Ayrıca, devrik lider Kaddafi’nin Avrupa bankalarında 30 milyar dolar, Amerika bankalarında ise 100 milyar doları olması, bu hâdiselerin sâdece “iktisadî olarak görülemez!” olduklarına dair bir argüman değil midir? Kezâ Mübarek’in 70 milyar doları, Zeynel Abidin’in 50 milyar doları, Abdullah Salih’in 40 milyar doları, dahası, Arap Kral ve Petrol Şeyhlerinin katrilyon dolarları dünyanın hangi bankalarında yatıyor?

Bütün bu istilaların tek hedefi “Yeni Dünya Düzeni”ni inşa etmekten başka ne olabilir ki?.. 

Tabiîdir ki “Yeni Dünya Düzeni”ni inşa etmek isteyen bu şer güçler bütün bu istilaları mutlaka “yerli işbirlikçi” kazanmak suretiyle yapmıştır. Bu yerli işbirlikçiler içerisinde Batı’ya entegre olmuş politik liderler başı çekmekle birlikte, halkın daha bir iknâ edilebilmesi için kendilerine âlim denilen insanlar çekmiş, kabile reisleri ikinci sırayı almıştır.

Meselâ Yusuf el-Kardavi, Ezher Şeyhi Ceddul Hakk ve Muhammed Gazâli gibi şahısların da içinde bulunduğu bir “şûra heyeti” (1990 Körfez Harbi); “Saddamı bir zâlim olarak takbih etmiş” ve “ABD’li askerler Cidde’de konuşlandırılarak zâlim Saddam’a karşı savaşmalıdırlar” şeklinde “fetvâ”ya iştirak etmekle birlikte, 2003 yılında da, “Müslüman askerler, Amerikan ordusu içinde görev alarak Taliban’a karşı savaşabilirler” şeklinde bir fetvâ vermişlerdir. Irak ve Afganistan’ın bugünkü durumu nazara itibara alınırsa, Kardavi vesaire insanların verdiği fetvalardan kimlerin nemalandığı ayan beyandır.

Kardavi’nin kayda değer bir “fetvâ”sı da Kaddafi hakkındadır.

İcmâlen şöyle: “Mısır Kökenli Katarlı Şeyh Yusuf el-Kardavi, El-Cezire televizyon kanalından Libya ordusuna çağrıda bulunarak, Libya’yı Kaddafi’den kurtarmasını istedi. Orduyu “kendi halkına ateş emri veren” Kaddafi gibi birine itaat etmemeye çağıran El-Kardavi, “Eğer Libya ordusuna mensup bir asker Kaddafi’ye bir kurşun sıkma imkânına sahipse yapsın” dedi. El-Kardavi, ayrıca Libyalı büyükelçileri de Kaddafi rejimiyle köprüleri yıkmaya dâvet etti. Arap dünyasında geniş bir kitleye hitap eden 85 yaşındaki El-Kardavi, 29 Ocak’ta Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’i istifa etmeye çağırmıştı. El-Kardavi, Arap liderlerine de seslenerek, “Tarihin gidişatını engellemeye çalışmayın, dünya değişti ve Arap dünyası da içerden değişti” demiş ve Arap liderleri halklarıyla yapıcı bir diyalog kurmaya dâvet etmişti.

Bununla birlikte İran’lı Seyyid Hadi Hüsrevşahi’nin tab’ ettiği Efgani’nin “Urvetu’l-Vuska”sının 291. sayfasında; “Herat ile Kâbil arasında dağlarda yaşayan Ezaze Şiileri Afganistan’daki Sünni sultaya karşı başkaldırmak için fırsat kollamaktadır. Geçen yıllarda İngilizlerle Afganlıların yaptığı savaşta bunlar İngilizleri desteklemişti” diye bahs ettiği Ezaze Şiileri 2003 yılında ABD’nin “Talibanı devirmek” bahanesiyle girdiği Afgan topraklarında kukla Hamid Karzai safına katılmış ve her biri birer “yerli işbirlikçi” olarak sahnede yerlerini almışlardır.

Dahası: “Biz isterdik ki, Saddam zâlimini Iraklılar devirsin. Fakat bu zâlimi devirme işini Allah ABD’ye nasip etti. Bunun için ABD’ye müteşekkiriz!” diyen Şii Bedir Güçleri sorumlusu Necat Hüseyin’den, “Biz, bir süre daha Amerikan ordusunun Irak’ta kalmasının istiyoruz.” diyen Şii başbakan El-Caferi, Iyad Allâvi ve Mâliki’ye kadar, Irak işgali sırasında “ABD’den iki yüz milyon dolar aldığını” deklare eden Şii Molla Sistani’den, 1982 yılında sâdece Hama’da altmış bin müslümanı katleden katil Hâfız Esad’ın oğlu Beşir Esad’a karşı ayaklanan Sünni direnişçileri, “Allah düşmanı” ilân edip “Devrim Muhafızları ve Lübnan’daki Hizbullah’ı ayaklanma çıkaranlara karşı mücadele etmeye çağıran” İran Ayetullahı Ali Hamaney’e kadar, “Rus hükümetinin Kuzey Kafkasya’da durumun normalleşmesi ve çetelerle mücadele için gerekli önlemleri almasını desteklediğini ifade eden” İran Dışişleri Bakanı Kemâl Harrazi’den, “Taliban’a karşı Kuzey İttifakı’na silah veriyoruz ve vermeye de devam edeceğiz” diyen İran Savunma Bakanı Amiral Ali Şamkani’ye, velhâsıl nice hain ve işbirlikçi Şii’nin bunca şen’i fiil ve beyânatlar hep “Yeni Dünya Düzeni” kurmak isteyen şer güçlerin istila ettikleri ülkelerde, önce “yerli işbirlikçi” edindiklerine dair muhkem birer argümandır.

Kabile Reisleri’nin işbirliğine dair olarak Barzani Aşireti’nin lideri Mesut Barzani ve diğer bir kabile lideri Talabani’nin ismini zikretmek kâfi… Irak’taki Kesnizani (kimse bilemez) Tarikatı’nı, Saddam’ın altını oyulması için kullanılması bakımından zikretmekte de fayda var…

Daha kimler ve hangi zümleler ki, Sana’dan Almaata’ya kadar İslâm dünyasının hemen her yerinde kabarık bir “yerli işbirlikçi” kitlesine sahip Yeni Dünya Düzencileri neredeyse yolun sonuna gelmiştir, diyebiliriz.

Bakalım yolun sonu bunlar için aydınlık mı, karanlık mı?..

Sovyetler Birliği’nin Dağılma Sonrasına Dair Plân

Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatanlar ve bu savaş sonucu “Kızıl Tehlike” olarak addedilen Sovyetler Birliği’ni dağıttıktan sonra buralarda Türk kimliğini nasıl etkisiz hâle getirebilir ve yeni kurulacak olan Türkî Cumhuriyetlerin Edon’daki Türkiye Cumhuriyeti himâyesine sığınmaları veya ortak bir federasyon kurmalarının önüne nasıl geçilebilir, gibi sorulara henüz savaş başlatılmadan cevap aranmıştır.

Buna dair bir anektodu Ümit Özdağ’dan iktibas edelim:

– “1960’ların başında NATO Askeri Komitesi karargâhında Washington’ta görev yapan bir Türk Kur. Albay Atıf Erçıkan’a henüz NATO’nun askeri kanadından çıkmamış olan ve İngiliz generalinden görevi devralmış olan Fransız general, görev ve dosya dağıtımı sırasında “Sovyetler Birliğine Karşı Uygulanacak Psikolojik Harp Harekatı” dosyasını verir.

Odasına dönen Albay Atıf Erçıkan daha dosyayı inceleme fırsatı bulamadan içeri giren, birisi İngiliz diğeri Amerikalı albay, dosyanın kendisine yanlışlıkla verildiğini ifade ederek, kendisinden geri isterler. Erçıkan ise dosyaların Fransız generali tarafından kendisine verildiğini ve ancak onun tarafından geri alınacağını söyleyerek, dosyayı geri vermeyi reddeder. Bunun üzerine Amerikalı ve İngiliz albaylar, Erçıkan’a “Bu dosyanın gizlilik derecesini biliyor musun?” sorusunu sorarlar. Albay Erçıkan, “NATO’daki en yüksek gizlilik derecesi olan Cosmic Top Secret” cevabını verir. Bu cevap üzerine İngiliz ve Amerikalı albaylar, “Hayır, burada ondan daha yüksek bir gizlilik derecesi vardır. Adı Vagram’dır. Bu dosyadan değil bir bilgiyi dışarıya çıkarmak, bir kelimeyi dahi sızdırırsan bil ki ölürsün” cevabını almıştır. Albay Erçıkan, “Dosyayı okuduktan sonra içeriğini Genelkurmay Başkanıma arz edeceğim. Başka kimseye söylemem” cevabını verir.

Albay Erçıkan, Amerikan ve İngiliz albayları odasından çıkardıktan sonra dosyada okuduklarını bir Türk generaline, daha sonraki yıllarda verdiği özeti bu generalin kaleminden şu şekilde ifade edilmiştir: “Dosyada Sovyetler Birliği’nin merkezi otoritesini çökertmek amaçlanmıştır. Bu amaca varmak için kullanılacak psikolojik harp vasıtaları, teşkilâtları zikrediliyor. Psikolojik harbin hedef kitleleri ise gayri Rus milletlerdir. Dosyanın sonunda bir bölüm vardır. Orada Sovyetler Birliği’nin merkezî otoritesi çöktüğü zaman ortaya çıkacak manzara tasvir edilmektedir. Rusya’dan başka 15-16 yeni devletin meydana geleceği öngörülür. Sorun bundan sonra hatırlarına gelir ve şöyle denir: Meydana gelecek devletlerden 5-6 tanesi Türk devleti olacaktır; bunların işgal ettikleri coğrafya stratejik yönden çok değerli ve tabii kaynaklar bakımından da çok zengindir. Türk milletinin cengaverliği de tarihen sabittir. Bu devletler batıdaki Türkiye Cumhuriyeti ile birleşirse o zaman Hitler Almanyası’ndan veya Stalin Rusyası’ndan daha tehlikeli bir kuvvet Batılıların karşısına çıkar. Böyle bir tehlike yaratmamak, Türkiye ile Doğu Türklerini birleştirmemek için alınacak tedbirler nelerdir? sorusu ile “Sovyetler Birliğine Karşı Uygulanacak Psikolojik Harp Harekatı” dosyası sona ermiştir.” [7]

Bu anektodu paylaşan Özdağ, şu yorumu yapmayı da ihmâl etmemiştir:

– “Türk milletinin yerleşik olduğu coğrafya üç kıtanın kesişme noktasıdır. Üç kıtanın olumlu ve olumsuz bütün dinamiklerinin patlamaları Anadolu’da etki yapmaktadır…”

Anadolu coğrafyası bir Bermuda şeytan üçgenidir. Bu üçgen gemileri ve uçakları değil ancak miletleri yutar. Bu coğrafya üzerinde kesintisiz 1000 sene yaşayabilmiş bir tek Türk milleti vardır. Kesintisiz 1000 sene bu coğrafyada yaşamak, gelecek 1000 sene için yapılmış bir sözleşme değildir. 1920’lerde İngiliz başbakanının; “Türkler Asya’nın Kızılderilileridir ve âkıbetleri de öyle olacaktır” dediği unutulmamalıdır. 2008’de ise üzerinde yeni sınırların ve haritaların çizildiği bir coğrafya üzerinde yaşadığımız bir gerçektir.” [8]

Dünyada bütün insanlığı veya hususi olarak bazı bölge insanlarını ilgilendiren tüm icraatlar; iktisadi, siyasi ve askeri manevraların plânının “anlık” değil yıllar yıllar öncesine aid olduğu bu vesileyle birkez daha anlaşılmalıdır. Devletler, hele hele büyük devletler plânlarını on, yirmi, elli gibi yıllıklara bölerek yaparlar. Hattâ bir değil, birkaç plân hazır bulundururlar. Birisi akamete uğradığı zaman diğerini devreye sokarlar.

Bugün modern dünya tâbir edilen dünyada emperyalist devletlere yem olmak istemeyen bütün devletler ya bu tehlikeye karşı bir plân yapmak zorunda yahut, Japon Savaş Ustası Szu gibi; “Benim bütün plânım, düşmanın taktik ve stratejisini bozmaya dairdir” diyebilmelidir…

Üçüncü Dünya Savaşı Bitmek Üzere

“19 Ağustos 2014’te Katolik Haçlıların ruhanî-dinî lideri Papa Franciscus; “Biliyor musunuz üçüncü dünya savaşındayız, ama parça parça” diyerek savaşın adını koymuştu.”

Kuvvetle muhtemel Ortadoğu’da, “22 ülkenin sınırları tam olarak değiştiği gün” parça parça devam eden Üçüncü Dünya Savaşı neredeyse bitmiş olacaktır. Bundan kısa bir müddet sonra da Kıyamet Savaşları başlatılacaktır. Bu yeni başlatılacak savaşta ana hedef, Yahudilerle Müslümanları birbirlerine kırdırmaktır. Diğer bir ifadeyle bu savaş Üçüncü Dünya Savaşı’nın bitişi, Armagedon Savaşı’nın başlatılması demektir…

Bu savaşa hazırlık için İslâm dünyasının hemen her toprağı mühim olmakla birlikte Mısır çok önemli bir stratejik mezkezdir. Evveli bir tarafa Mısır, 1884 tarihinden itibaren İNGİLİZ, 1947 tarihinden itibaren de ABD-İngiliz ÜSSÜ’dür; Haçlı-Siyon ordularının Batı istikametinde Somali’den Moritanya’ya, Doğu istikametinde de Türkiye’den Doğu Türkistan’a kadar İslâm ülkelerini İŞGAL kapısıdır…

Mısır, İslâm ülkelerine ihraç edilen sapık ve bâtıl dinî akımların neredeyse tamamının (bir kısmı Suud, İran ve Hindistan menşe’li) ANA ÜSSÜ’dür; Haçlı-Siyon misyonerlerinin, “Müslümanları Hırıstiyanlaştırma” yahut, “Hıristiyan gibi düşünmelerini sağlama” projesinin BİR NUMARALI merkezidir. Bu faaliyetler bizzat el-Ezher’in MASON olan ve VATİKAN’dan icazet alan Fatih gibi Şeyh-rektörleri tarafından yürütülmektedir…

Haçlı-Siyon şer güçleri ve onların emrinde olan bâtıl fırkalar ULLİMİNATE; “Kıyamet Savaşları” hazırlığı içindededirler…

Kıyamet Savaşları’nın müjdecisi 33. derece Mason olan İlluminatici Albert Pike olmakla birlikte, bu savaşın hızlandırılmış hazırlığının en erken tarihi 1958-1963 yılları arasında II. VATİKAN Konseyi tarafından alınan kararlarda açıkça görülebilir…

1978 yılında Çin’de Deng Şaoping’in “Materyalist Diyalektik”i bir tarafa bırakıp, kapitalist iktisada meyletmesi ve ABD’de para oligarglarıyla görüşmesi ve aynı tarihte, yani 1978 yılında Afganistan’da Davud Han’a yapılan Sosyalist DARBE ve akabinde Sovyetler Birliği tarafından Afganistan’ın işgal edilmesi, daha sonra Tora-Bora dağlarında ağır bir hasar gören Kızıl Ordu’nun geri çekilmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması, hususiyetle de İran Devrimi bu projelerin ayak sesleri, ilk tatbikatlarıdır.

Bununla birlikte Bosna ve Çeçenistan katliamları, Arnavutluk ve Kosova iç kargaşalıkları, akabinde 2003 yılında Irak ve Afganistan’ın Haçlı-Siyon İttifakı tarafından işgal edilmesi Üçüncü Dünya Savaşı’nın kademe kademe genişletildiği alanlardır. 2010 yıllarında adına “Arap Baharı” denilen ve Yemen’den Basra Körfezi’ne kadar olan ülkelerdeki halkların ayaklandırılmasıyla birlikte kurulu düzenlerin ve iktidarların sarsılması ve bazı ülkelerde iç savaşların başlatılması ise “Kıyamet Savaşları’nın” ayak seslerinin, bazı kulakları sağır ettiği tarihlerdir…

Hâsılı; Haçlı-Siyon ordularının ana hedefi Edon’dur.

Edon’un, yâni TÜRKİYE’nin bu savaşa girmesi demek, değil “Üçüncü Dünya Savaşı”, KIYAMET SAVAŞLARI’nın başlaması demektir…

Ya üç yıl, ya otuz üç yıl sonra…

GAYBI ALLAH bilir…

EDON: Yani TÜRKİYE Kıyamet-Armagedon Savaşı’na hazır olmalıdır.

Not: Makalemiz, Haçın Hilâl Üzerine Savaş Manevrası (15 Temmuz Darbe Kalkışması) adlı yayımlanmamış eserimizden bir bölümdür…

Notlar:                          

1- Lawrence Fredman, Strateji, çev. Belkıs Çorakçı, Taciser Belge, Alfa Yayınları, s. 332.

2- Tupamaros, Politik ve Askeri Savaş Sanatı II, İlkeriş Yayınları, Ankara 2014, s. 221.

3- Ramazan Kurtoğlu – Cansu Canan Özgen, Küresel Düzenin Şifreleri, Asi Kitab Yayınları, s. 44.

4- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk İslâm Ülküsü, Türk Kültür Yayınları, Özdemir Basımevi, 1979, c. 1, s. 263.

5- Alparslan Türkeş ve Dokuz Işık, Haz. Oğuzhan Cengiz, BilgeOğuz Yayınları, s. 442.

6- Aytunç Altındal, Bir Türk Casusunun Mektupları, Alfa Yayınları, s. 112.

7- Ümit Özdağ, İstihbarat Teorisi, Kripto Yayınları, 10. Basım, s. 444-445.

8- Ümit Özdağ, İstihbarat Teorisi, Kripto Yayınları, 10. Basım, s. 450-451.

Sedat Bulut / Akademya Dergisi

adminadmin