Kültür
Giriş Tarihi : 09-07-2017 13:00   Güncelleme : 09-07-2017 13:00

Yaraların Belleği

“Yaraların belleğinden başka bir bellek yoktur” demiş Csezlaw Milosz. Bellek bize nereden geldiğimizi, bugün kim olduğumuzu ve yolculuğumuzun nereye doğru cereyan ettiğini anlatır.

Yaraların Belleği

 Kim olduğumuzun bilgisi, ancak hatırlayabilmekle kaim. Ama kim olduğumuzu sadece yaralarımızı kendimize tanık tutarak tayin edersek, yolumuz intikam ve hıncın sokaklarına çıkmaz mı? Hayatımızda önemli saydığımız olayları unutmamak bize bir kimlik bahşediyor evet, ama bazen geçmişin dar odasına sıkışıp kalmak da düşmanlıkların harlı tutulmasına sebep olabiliyor. Kendisini yaralarına hapsetmiş bir insan, daima o incindiği anda yaşamaktadır. En ufak bir ses, bir uyarı geçmişin şiltesini üzerinden çekiverir ve hayat karşısında onu yeniden savunmasız ve çaresiz bırakır. İnsanlar gibi bazen toplumlar da ‘seçilmiş travma’larda tutuklu kalabilir. Kosova harbinden beri her nesil bilenen bir nefret ve düşmanlık, kimi Sırpların, Bosna harbinde vahşi bir intikamcılığın koynunda büyük insanlık suçlarına savrulmalarına yol açmıştır.

Bize acı vermiş olan hadisenin yakıcılığını, sadece intikamla dindirebilir miyiz? Hatırlayışı nasıl olur da kalıcı bir değere, toplumumuzu daha iyi bir noktaya taşıyacak bir güce dönüştürebiliriz? Hatırladıklarımızın ancak bir genel adalet ilkesine, bir politik ülkü veya bir ahlaki düzene dönüşmesiyledir ki anılar onarıcı bir görev kazanır. O biricik hatıradan, çok incinip örselendiğimiz zamandan yola çıkarak değil, tam aksine bugünden oraya giderek ve orayı iyileştirmek isteyerek bunu başarabiliriz. Yakın veya uzak mazideki anılar, hayatın içine usul usul bir zehir gibi karışsın, bizi hayattan soğutsun ve hayat belirtilerimizi azar azar yok etsin istemiyorsak, intikam tutkusunu adalet tutkusuna dönüştürmeyi arzulamalıyız. Kurbanlığı yüceltmenin sınırı yok ama haklı bir yerden konuşmanın coşkusu, bizim bugüne ve geleceğe duyduğumuz mesuliyeti gölgelememeli. Kahramanlarımız için yüreklerimiz coşkuyla çarpıyorsa, onların bize bırakmış oldukları vatanın bizden de bir şeyler beklediğini, bu yurdu daha güzel ve adil olarak yeniden kurma görevinin omuzlarımızda olduğunu fark edebilmeliyiz. Yarına dair umutlarımızı taze tutarak bunu yapacağız, ülkeyi korku kıskacına almak isteyenlere karşı açıklık ve özgürlüğü baş tacı ederek yapacağız, adaletin mücrimlerin yakasını asla bırakmayacağının kesin bilgisiyle bunu başaracağız. Geçmişte susturulmuş, kendilerini hikaye etmelerine izin verilmemiş her kim varsa onun sözünü kendimize muhatap alarak, bir bellek ahlakı ve adaletiyle başlayacağız.

Bugün bellek savaşlarının olmadığı bir toplum neredeyse yok. Günümüzde hükümetler zaferleri kadar yenilgilerini de anıyor, çoğu zaman riyakarca olsa da, geçmişte mağdur ettiklerinden özür dileyebiliyor. Anıtlar dikiliyor, anma günleri düzenleniyor ve geçmiş şöyle bir ziyaret edilip pişmanlıklar dile getiriliyor. Sonra unut! Görevini yaptın gidebilirsin, geride işaretler bıraktın artık yoluna devam edebilirsin. Sosyal hareketler ve kimlik grupları yekvücut olabilmek için ‘bastırılmış’ tarihlerini yeniden keşfediyor ve maduniyet üzerinden yeni bir kimlik inşasına girişiyorlar. Geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki süreklilik berhava oldukça, kolektif bellek anlatıları kimlik inşasında yardıma çağrılıyor. Kadim Filistin toprağını işgal eden İsrailli yerleşimciler, dört bin yıllık bir tarihi geri almaktan söz edebiliyorlar mesela. Siyonizm bir tür tarih icat ediyor.  Geçmiş artık geride bırakılmış, yabancı bir ülke değil. Oraya atlarımızı sürdüğümüz her seferinde, ucu acıyla sivriltilmiş mızraklarla geri dönüyor ve ancak çektiğimizden fazla acıyı çektirmekle sükun bulacak bir hınca tutsak düşebiliyoruz.

Niye kendi zihnimize demir parmaklıklar örelim ki? Hatırlayış bizi mahkum etmek yerine özgürleştirebilir. Hatırlamak bir bakıma ilerleme umudunu da içinde barındırır. Bütün kötülüklerin önünde sonunda unutulacağını ve yapanın yanına kar kalacağını söyleyen karamsarlara inat, hatırlamak geçmişten öğrenebilmek açısından ahlaki bir yükümlülüktür. Yine de belleğin bugünün verileriyle daima yoğrulduğunu, unutma ve hatırlama arasındaki diyalektikle her seferinde yeniden inşa edildiğini de aklımızdan çıkarmayalım. Geçmişe takılıp kalmak bir ‘nostalji diktatörlüğü’ne esir düşmektir.  Biz geçmişle takıntılı bir biçimde uğraşırken bugün elimizden kayıp gidiyor. Yasın da bir sonu olmalı, yaraların belleği de şifa bulmalı. Affetmekten mi bahsediyorum? Hayır, affetmek veya intikam arasında bir seçim yapmaktan değil, belki Borges’in yazdığı gibi, “Unutmanın yegane intikam ve yegane affediş” olduğu bir durumdan. Hatırlamanın bizi bugün daha iyi bir ülke kurmaya sevk edebilecek özgürleştirici işlevi, yeri geldiğinde acılarımızı unutabilmekten geçiyor. Yaşanmış olana arkamızı dönüp gidemeyiz, kaybettiklerimizin aziz hatırasını belleğimizden söküp atamayız ama gelecek nesiller daha güzel günler görsünler diye, içimizdeki kor ateşin bu ülkeyi ısıtacak bir adalet ve sorumluluk bilincine dönüşmesini sağlayabiliriz. Bugün, şimdiki zaman bir hediyedir ve biz bu hediyeyi bizden sonraki nesillere aktarabiliriz.  Vatan da ‘önde giden atlılar’ın bize bıraktığı bir hediyedir ve onu daha da güzelleştirerek, daha da yaşanılası kılarak çocuklarımıza bırakmak üzerimize borçtur.

Kemal Sayar

http://www.gercekhayat.com.tr

adminadmin