Tırtıl hali ürperti, tiksinti verir insana kelebeğin. Hikmete bakar mısınız? Sanki Hayr bildiklerinizin arkasında şer, şer bildiklerinizin arkasında hayr vardır ayetinin meali gibidir bu mahluk. Kelebek denildiğinde ise insanda sevgi, merhamet hissi uyanır.
Uğur böcekleri de kelebekler gibidir, sevimlidirler. Hani elimize konduklarında “uç uç böceğim, sana şunu bunu alacağım” diye oynaştığımız o sevimli böcek.
Peki, Doğanın en korkunç karabasanı için hazır mısınız? Uğur böceğinin bir zombiye dönüşmesini izlemek acıklı olduğu kadar ilgi çekicidir de. Aslında açgözlü ve sofistike bir yırtıcıdır uğur böceği. Tek bir birey, yaşam süresi boyunca birkaç bin yaprak biti yer. Kurban bulmak için önce antenlerini kullanarak, otçul böceklerin saldırısına uğrayan bitkilerin saldığı kimyasalları saptar. Sinyallerin nereden geldiğini belirledikten sonra, sensör tarayıcısını sadece yaprak bitinin saldığı molekülleri aramaya yöneltir. Ve sonra sessizce yaklaşıp saldırarak, dikenli alt çenesiyle yaprak bitini parçalar.
Bu arada düşmanlarına karşı oldukça etkili bir şekilde korunur. Bize çok sevimli gelen o kırmızı–siyah kabuğu, aslında olası saldırganlara karşı bir uyarıdır. “Yaklaşırsan pişman olursun” anlamına gelir. Kuşların ve diğer bazı hayvanların saldırısına uğradığı anda bacak eklemlerinden zehir salar. Acı kan tadı alan saldırgan, uğurböceğini dışarı tükürür. Böylece düşmanları kırmızılı siyahlı kanatların aslında uzak durulması gereken bir mesaj olarak okunması gerektiğini öğrenir.
Diğer yırtıcılara karşı böylesi güçlü koruma sahibi bir yırtıcı olan uğurböceğinin yaşamı kusursuz olabilirdi. Tabii bedenine yumurta bırakan eşekarısı olmasaydı... Bu eşek arılarından biri de susam tanesi boyutundadır. Yumurtlamaya hazır dişi eşekarısı, uğur böceğine yaklaşır. Hızlı bir hareketle iğnesini bedeninin alt kısmına batırarak kurbanına kimyasal bir karışımla birlikte bir yumurta enjekte eder. Ve yumurtadan çıkan larva, yerleştiği hayvanın beden boşluğundaki sıvılarla beslenmeye başlar.
İçinden yavaş yavaş kemirilen uğur böceğinin dış görüntüsünde herhangi bir değişiklik göze çarpmaz. Yaprak bitlerine bütün gücüyle saldırmaya devam eder. Ama artık, avın sindirilmesi sonucu ortaya çıkan besinler, içindeki parazitin beslenip büyümesine yaramaktadır. Üç hafta kadar sonra eşek arısı larvası yeterince büyümüştür ve kendisini konuk eden hayvanı bırakıp ergin olmaya hazırdır. Uğur böceğinin kabuğundaki bir çatlaktan dışarı çıkar.
Uğur böceğinin bedeni parazitten kurtulmuştur kurtulmasına ama beyni hâlâ esirdir. Eşek arısı larvası, bedeninin altında kendine ipekten bir koza örerken uğur böceği yerinden kımıldamaz. Bu eşek arısı açısından pozitif bir gelişmedir. Çünkü kozanın içinde büyümekte olan eşek arısı son derece savunmasız durumdadır. Sinir kanatlı larvaları ve diğer böcekler onu yemek için can atmaktadır. Ancak bu düşmanlardan birinin yaklaşması durumunda uğur böceği bacaklarını çırparak saldırganı korkutup kaçırır. O, artık parazitin korumasıdır. Bu rolü bir hafta boyunca sadakatle oynar. Ta ki ergin eşek arısı çenesiyle kozayı kesip dışarı çıkana ve uçup gidene kadar. Zombi uğur böceği ancak o zaman, yani parazit amirine verdiği hizmet sona erdiğinde ölür.
Bu ürkütücü sahne bir senaryo yazarının kaleminden çıkmış değil. Kuzey Amerika’nın çoğu kesimlerinde, evlerin bahçelerinde, boş arsalarda, tarlalarda ve yaban çiçekleriyle kaplı çayırlarda eşek arıları uğur böceklerini zombi korumalara dönüştürüyor. Üstelik benekli uğur böceği yegâne örnek değil. Bilim insanları benzer örneklerin böcekten balığa ve memelilere kadar birçok türde yaşandığını kanıtlamış durumda. Bazı canlılar ölümleri pahasına da olsa parazite hizmet ediyor ve doğal dünyanın her yanında aynı soru tekrar tekrar soruluyor: Bir organizma kendini kurtarmak için mücadele etmek yerine neden kendine zarar veren parazitin sağ kalması için çabalar ki?
Haydin tabiattaki bu düzenden yola çıkarak insanların düzenlerine bir göz atalım. “Yahudi, kanını emdiği milletlerin hâkimi olmadıkça ister istemez onların dilini söyler. Fakat diğer milletler kendilerinin köleleri olur olmaz, bütün Yahudiler, hemen bir dünya dilini, esparantoyu öğrenecekler ve onu konuşacaklardır. Gaye bu araç ile Yahudiliğin iktidarını daha kolay sağlamaktan ibarettir. Yahudiler dış görünüşü kurtarmak için bütün bir şiddetle reddettikleri “Protocoles des sages de Sion” (Sion ileri liderlerinin protokolleri) bu milletin bütün hayatının nasıl devamlı bir yalan üzerine inşa edilmiş olduğunu gösteren eşsiz bir örnektir.” (Kavgam, Burak Yayınevi, 1998, s. 382).
Tarihi eski çağlara kadar uzanan Yahudi aleyhtarlığı, 19. yüzyılın son çeyreğinde kurumsallaşmış ve siyasi çevrelerde savunulmaya başlamıştır.
Özellikle, Doğu Avrupa'da Yahudilere karşı yürütülen baskı ve yıldırmalar, binlerce Yahudi'nin yaşadıkları ülkelerden göç etmesine neden olmuştur.
Yahudi liderlere göre Yahudi Sorunu, Yahudi aleyhtarlığının bir sonucuydu ve Yahudiler, kendilerine ait bir ülkeye göçmeden bu soruna çözüm bulunamazdı. Macaristanlı bir Yahudi olan Thedor Herzl, 1895'te yayımladığı Yahudi Devleti (Der Judenstaat) adlı yapıtında Yahudi Sorunu'nu "uluslararası bir sorun" olarak tanımlamış ve sorunu büyük devletlerin gündemine taşımaya karar vermiştir. Herzl'in liderliğinde 27 Ağustos 1897'de İsviçre'nin Basel kentinde toplanan Birinci Siyonist Kongre'de, "Filistin'de egemen bir Yahudi Devleti" kurulmasına ve bu bağlamda ilgili hükümetlerle diyaloga geçilmesine karar verilmiştir.
Tabiatıyla bilinmelidir ki Yahudi konusu konuşulacaksa Osmanlı topraklarında, İzmir’de neşet etmiş olan Sabetay Sevi hareketini bilmeden, anlamadan Avrupa tarihini, Avrupa mezhepler tarihini bilmemek olmaz. Özellikle Endülüs’ün parçalanmasıyla Portekizden kaçan Yahudilerin İngiltereye sığınmaları, diğer Avrupa, Polonya Yahudilerinin İngiltere’de Püriten Hristiyanlık mezhebinin (Anglikan) ortaya çıkması dünyanın alacağı siyasi hareketlerinde başlangıcını oluşturmuştur. Bunların siyasi fikriyatını Sabetaycılık hazırlamıştır. Osmanlının dönüşümünde de, Türkiye devletinin kurulup şekillenmesininde de Sabetaycılığın sevk ve idaresi tartışılmaz amil sebep hükmündedir.
Birinci Siyonist Kongre toplandığı sırada Filistin, Osmanlı Devleti'ne bağlı bir toprak parçasıydı. Herzl, bu nedenle 1896 ile 1902 yılları arasında 5 defa İstanbul'a gelmiş, ziyaretleri sırasında hem Yıldız Sarayı'nda hem de Babıali'de Osmanlı devlet adamları tarafından kabul edilmiştir. Herzl, Sultan
II. Abdülhamit'e oldukça parlak teklifler sunmasına karşın kendisinden Filistin'le ilgili bir taviz koparamamıştır.
Bir ideoloji ve eylem planı olarak 19. Yüzyılın sonlarında dünya siyasetine giren Siyonizm, Osmanlı Devleti'nden bu yana daima Türk kamuoyunun gündeminde olmuştur. Osmanlı Devleti'ne bağlı Filistin topraklarında bağımsız bir Yahudi devleti kurmayı hedefleyen Siyonizm, Osmanlı devlet adamları tarafından imparatorluğun bütünlüğünü tehdit eden bir unsur olarak algılanmış ve buna karşı kararlı önlemler alınmıştır.
Fakat, I. Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti'nin tasfiye edilmesiyle birlikte Filistin, Milletler Cemiyeti'nin gözetiminde İngiltere Mandasına bırakılmıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti, I. Dünya Savaşı'nda Türklerin maruz kaldığı Arap ayaklanması ve dış politikanın getirdiği bazı etkenlerle manda yıllarında Filistin Sorunu'na karşı mesafeli bir politika takip etmiştir.
Bu dönemde hükümetin etkisinde kalan Türk kamuoyu da Filistin'le ilgilenmekle birlikte genelde tarafsız bir bakışa sahip olmuştur.
Filistin'de süre gelen Arap-Yahudi sorununu tek başına çözemeyen mandater devlet İngiltere, sorunu 1947 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na taşımıştır. Ayrıca, Filistin'de gelecekte kurulacak yönetimin esaslarını belirlemek üzere bir Filistin Özel Komitesi'nin kurulmasını istemiştir.
Türkiye, komitenin kuruluş oylamasında Arapların talepleri doğrultusunda Filistin'in bağımsızlığını savunmuş ve komiteye karşı çıkmıştır. Türkiye, böylelikle Filistin sorunu hakkında uluslararası bir platformda ilk kez görüş belirtmiştir. Aynı şekilde, 1947'de BM Genel Kurulunda oylanan Filistin'in
Arap ve Yahudiler arasında taksim edilmesi kararına da aleyhte oy kullanmıştır. İngiltere'nin Filistin Mandası'nı bıraktığı 14 Mayıs 1948 tarihinde Yahudi Milli Konseyi, Telaviv'de bağımsız İsrail Devleti'nin kurulduğunu ilan etti.
İsrail'in kurulmasından hemen sonra Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak kuvvetlerinin Filistin'e girmesiyle birlikte Arap-İsrail savaşları da başlamış oldu. Türkiye, savaş esnasında tarafsızlığını korudu, ABD ve Fransa ile birlikte Filistin Uzlaştırma Komisyonu'nda yer aldı. İsrail'in kuruluş
sürecinde güvenlik ve toprak bütünlüğü kaygısıyla politika üreten Türkiye,1949'da İsrail'i bir realite olarak tanıdı ve onunla diplomatik ilişki kurdu.
Siyonizm, 1948'de İsrail'in kurulmasıyla birlikte görünürde hedefine ulaşmıştı. Ancak, Siyonist liderlerin "vaat edilmiş topraklar" ve "Nil'den Fırat'a büyük İsrail" gibi Tevrati referanslara dayandırdıkları ruhani söylemler, Siyonizm'in bir tehdit unsuru olarak hala varlığını sürdürdüğünü ortaya koydu. Bu tehdit çemberinde kalan, Filistin'le tarihi ve kültürel
bağları bulunan Türkiye, Siyonizm tehdidinin en çok işlendiği ülkelerden biri oldu. 1948 Arap-İsrail Savaşı'ndan itibaren, devletin reel politikasının aksine, duygusal ve Arap yanlısı bir tavır sergileyen Türk kamuoyu, Siyonizm ve İsrail tehdidini yoğun olarak işlemeye başladı. 1967 Savaşı'nda
Arap ülkelerini hezimete uğratan İsrail'in, savaştan büyük toprak işgaliyle çıkması Türk kamuoyundaki anti Siyonist bakışı zirveye çıkardı.
Doğuşundan beri Türk kamuoyunda zaten ağırlıklı olarak yer tutan Siyonizm tartışmaları, artık daha ateşli ve daha yoğun boyutlarda gündemi işgal etmeye başladı.
Bu arada "adanmışlık" örnekliği veren Teodor efendiyi 'de takdir etmek lazım. Kendisinden öncede Siyonist fikirler besleyen niceleri olmuştu ama o teoriden pratiğe geçme konusunda gayret göstermişti. 41 yaşında öldüğünde(1901 yılı) hayalini kurduğu siyonist yahudi devletinin kurulmasına daha çok yıllar vardı. Önce İngilizleri dönüştürmüşlerdi. Hristiyan akaidlerini Yahudi terminolojisiyle konsolide etmeyi başarmışlardı. Bu mücadele de yaklaşık 400 yıl zamanlarını almıştı Yahudilerin.
Yani bir hayali olmalı insanın da, toplumların da...
Hay Allah! Yazımızın bu kısmında da “Koru beni kelebeği”nden bahsetmeyi unuttuk. Sabredin be kardeşim. Bakın Yahudi nasıl da sabrediyor ama. 2500 yıl boyunca her sabah kahvaltısına oturduklarında ailece nasıl dua etmişti?
“Seneye Kudüs’teyiz!”…
Devam edeceğiz.
Fehmi DEMİRBAĞ