Hayat, güzelliklerle dolu bir hazinedir. Ancak bu güzelliklerin farkına varabilenler, gerçekten bu hazineye erişebilirler. Doğanın sunduğu haşmetli dağlar, gizemli ormanlar, yemyeşil yaylalar, bin bir renge bürünen çiçekler ve lezzetli yiyecekler sadece gözleri değil, ruhu da besler. Gecenin karanlığında parlayan yıldızlar ve ışıl ışıl ay, her biri hayatın bize sunduğu muazzam güzelliklerdir. Ancak bu güzellikleri anlamlı kılan şey, onları fark edebilmekten geçer.
Hayatın en büyük nimetlerinden biri olan güneş, her sabah doğarak dünyamızı aydınlatır, yavaş yavaş gökyüzüne tırmanırken ışığını ve enerjisini her yere saçar. Akşam olduğunda ise, bu büyük yıldız batarken bize dinlenme vaktinin geldiğini hatırlatır. Peki ya bir gün güneş batmasa ve bir daha asla batmayacak dense, hayatımız nasıl olurdu? Ya da tam tersine, güneş bir daha doğmayacak, her yer karanlık kalacak dense, halimiz nice olurdu? Güneşi geri getirecek bir güç var mı? İşte bu sorular, elimizde olan şeylerin kıymetini bilmenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Hayatta bazen, elimizdeki nimetlerin değerini kaybetmeden önce fark etmeyiz. Kaybettikten sonra ise geri dönüşü olmayan pişmanlıklar yaşarız. Ancak, hayatın getirdiği zorluklar ve kayıplar, yeni bir başlangıcın habercisi de olabilir. Çünkü ölüm dışında her şeyin bir çözümü, bir ümidi vardır. İnsan bedeninden can çıkmadığı sürece ümit vardır. Ancak ümidin bittiği gün, manevi anlamda bir ölüm yaşanır. Bedenlerin ölümü elbette ki büyük bir acıdır, fakat manevi ölüm, sürekli tekrar eden acıların cehennemidir.
Hayatta mutlu olabilmek, içimizdeki huzuru yakalayabilmek, elimizdeki nimetlerin farkında olarak yaşamakla mümkündür. Ancak içindeki huzuru bulamayan, vermeyi bilmeyen, sadece almak üzerine bir hayat kuran, alamadığında ise her şeyi kırıp döken bir insan, gerçek mutluluğu asla bulamaz. Dünyadaki haksızlıklar karşısında sessiz kalan, kendi çıkarlarını başkalarının acılarından üstün tutan bir insanın da huzurlu olması beklenemez.
İnsanın yaşamında en büyük hatalardan biri, haklı olmanın tek başına yeterli olduğunu düşünmektir. Ancak haklı olmak, hayatımıza farkındalık katmadıktan, yaşadığımız olumsuzlukları değiştiremedikten, ailemize huzur getiremedikten sonra ne anlam taşır? Toplumda, hakkın güçlünün yanında olduğu, orman kanunlarının geçerli olduğu bir düzen içinde haklı olmanın bir değeri olabilir mi? Bu tür bir dünyada yaşanan haksızlıklar karşısında sessiz kalan, başkalarının acılarına kayıtsız kalan bir insan, gerçekten haklı olduğunu iddia edebilir mi?
İslam, güven demektir; emin olunan bir beldede yaşamaktır. Can, mal, nesil, inanç ve akıl güvenliğinin sağlandığı bir ortamda yaşamaktır. Kimsenin malında, namusunda, makamında, mevkiinde gözü olmayan, elinden, dilinden, belinden emin olunan bir toplum inşa etmektir. Komşusu açken tok yatmamak, temizliği iman olarak kabul etmek, düzeni ve estetiği korumak, insanın en büyük erdemlerindendir.
Hayatta iyilikte yarışmak, hayırda önde ve öncü olmak için dua etmek, cennetin baş köşesinde yer almak için daha çok gayret göstermek gerekir. Ancak bu güzelliklere talip olabilmek, elimizdeki nimetlerin farkında olmakla mümkündür. Asıl olan, nimetler elden gitmeden önce onları fark edebilmek, kıymetini bilmektir. Hayatın gerçek anlamını kavrayabilenler, bu dünyayı cennete çevirebilirler ve ancak o zaman ölüm ötesinde cennete girmeyi hak edebilirler.