İnsanlık hızla dibe gidiyor. Tsunami gibi önüne gelenleri çöp gibi süpürüp götürüyor. Dünyada olan olayları alt alta yazıp bütünden parçaya inmek gerek. Bir yanda yok oluşlar, bir yanda da kendi kabuğumuzda eriyişler. Oyunlar büyük lakin bizler günlük telaşımızın dışına pek çıkamıyoruz.
Hayata herkes kendi gözlükleriyle ve dar algılarıyla bakmakta, günlük telaşların içinde kaybolmalar yaşanılmaktadır. Her esen yelden nem kapılıp hasta olunmakta, korkular üretilerek gelecek karartılmaktadır. Bu hal bizi gözümüzün önünü göremez duruma getirmektedir.
Gözlüğümüz kirli, camımız kırıksa, vizyonumuz dar, hayalimiz yoksa bakışımız bulanık ve kırık olur. Geleceğe yönelik de planlarımız da olmaz. Evlerimizde baş köşeye konulan televizyon, ellerimizin içinde dünya varken, aklımızı birileri kullanıyor bizler de buna göz yumuyorken, hep beraber ninnilerle uyutulup her gece ceplerimizdekiler ve yüreklilerimizdekiler soyuluyorken görebileceğimizi mi sandık?
Bakmadan göremeyiz. Bakmak ve görmek arasında da dağlar kadar fark vardır. “Öküzün tirene baktığı gibi” tabiri geçenin tiren olduğunu geçtikten sonra algılandığından ya da anlamsız boş bakıldığından dolayıdır. Acaba olaylara bu şekilde mi bakar olduk?
Bir yandan etrafımızda büyük olaylar dönerken, bir yandan da günlük sıkıntılar ile boğuşur durumlardayız. Etrafımızda bizi bire bir etkileyen olaylardan çıkamamamız, büyük sahneyi görmemize engel olmaktadır. O halde gözümüzün önünde oluşan durumları güzel yorumlamalıyız. Güzel yorumlanmayan müspet sonuçlanabilir mi?
Yaşanılanları farklı görmeye odaklanmalıyız. Kusura odaklanırsak yargılarız, suçlarız. Bir hikaye anlatılır;
-“Yeni evli genç karşı balkonda asılan çamaşırlara her seferinde laf atar. “Komşum çamaşır yıkamasını bilmiyor, beyazları sapsarı. Acaba hangi çamaşır tozunu kullanıyor?” Bir gün çamaşırların bembeyaz olduğuna şahit olur. Eşine; “Komşu çamaşır yıkamasını öğrenmiş” der. Halbuki durum farklıdır. Eşi; “Dün ben pencereleri sildim. Sakın ondan olmasın…” der.
Hayatın akışından yaşadıklarımız bizim en büyük öğretmenlerimizdir. “Bir musibet bin nasihatten evladır” sözü ciltler dolusu kitap okuyup da anlayamayacağımız kadar ibreti içinde barındırır. Göz görmek, kulak nasihat dinlemek, kalp de gerçeği anlamak içindir. Aksi takdirde hayvanlardan da aşağı olunacağı Araf suresi 179. Ayetin konusudur.
Yaşanmışlıklarımız her ne kadar olumsuz gibi olsa da, Rahman her şer görünenin ardında bir hayır olduğunu vaat etmektedir. Hangi yorumu ekliyorsak o yorum ile bir duygunun dünyamıza düşeceğini bilmeliyiz. Bu duygu bizi hayatta tutan ya da çökerten olgu değil midir? Ya mutluluğumuzun yolunu ya da dibe çöküşümüzü hızlandıran değil midir?
Psikolojik süreçlerimizin kalpte yaşandığını bilmeliyiz. Düşünmemizi, akıl yürütmemizi, doğru anlayıp uygulamayı seçmemizi, mutmain olmamızı, acımamızı, af etmemizi, üzülmemizi, bunalmamızı, hatta hasret çekmemizi, hiddet duymamızı, kin duymamızı, nefret etmemizi kalbimizde yaşarız. Bundan dolayı iman, takva, inkar, nifak, şüphe, korkular hep kalpte oluşur. Rabbimiz şu şekilde dua etmemizi ister;
“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin. “ (Al-i İmran 3/8)
Çaresizlik dindarlık oluşturur derler. Bu gerçeği Rahman, Lokman 32. Ayetinde şu şekilde anlayışımıza sunar.
“Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman dini tamamen Allah’a has kılarak ( ihlasla) O’na yalvarırlar. Allah onları karaya çıkararak kurtardığı vakit içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Zaten bizim ayetlerimizi ancak nankör hainler bilerek inkar eder. ”
Etrafımızda oluşan olaylara gerek makro gerek se mikro düzleminde bakacak olursak çaresiz asla değiliz. Bizim bir Rabbimiz var. O bizim yardımcımız, dostumuz, velimizdir. Her ne kadar dünyada gelişen olayların altında eziliyor gibi görünsek de, yaşadıklarımız bizi yıpratıyor olsa da durumumuzu iyi yorumlarsak hem bu dünyada hem de ahirette güzel sonuçlar olacaktır.
Ves-Selam...