Akif, 20. Asır Türkiye’sinin ilim, tefekkür ve tecdit hayatına büyük hizmetleri olmuş dava adamı bir simadır. Ülkenin, devletin ve milletin en zor zamanlarında büyük bir dirayetle ülkesini kalemi ve ilimi ile müdafa etmiş. Dava adamlığının yanında bir mücadele adamı olmuştur. Klasik dönemi de iyi bilen, yeni usule de hakim bir münevver olarak İslam kültür ve medeniyetinin en güçlü mesajlarını şiir ve yazıları ile vermiş. Yaşadığı zamana güçlü bir kimlik ve ruh inşa etmiştir. Dünyanın nerede ise beşte dördünün batının fiili sömürgesi olduğu bir zamanda batıyı ‘tek dişi kalmış canavar’ olarak görmüş. Halkına umut ve gelecek aşılayan, tasavvurlar ortaya koyan bir ufuk açıcı münevver olmuştur.
İlmi ve yaşantısı aynı istikamette olduğu için halk onu çok sevdi. Akif 1913 yılında 19 yıllık baytar müdür muavini iken amirine yapılan haksızlığa bir tavır olarak devlet görevinden istifa etti.
Yaşadığı müddetçe dünyaya tamah etmedi. Makamlarına da tenezzül etmedi.
Dergisinin yazıhanesinde tam da yemek esnasında gelen ve yazılarında fazla ileri gitmemesini söyleyen Dahiliye Nazırının adamına:
‘Ben bu kuru fasulyeyi yemeye razı olduktan sonra, kimse bana ne yazacağımı söyleyemez’ diyerek ilim ve kalem haysiyetinin ne olduğunu bütün gelecek nesillere gösterdi.
Bir taraftanda devletin Arabistan’da Almanya’ da verdiği görevleri bilabedel ve bihakkın ifa ederek, devlet ve millet hizmetinin nasıl yapılması gerektiğini gösterdi. Bir taraftan da şiirini davası için en üst perdeden kullanmaya devam etti.
Esas görevini ise en olgun çağında 1920- 1923 yılları arasında yaptı. Milli Mücadeleye davetle katıldı. Türk Milletinin bir ‘milli mutabakat metni’ olan ‘İstiklal Marşı’nı yazdı. Milli Mücadele’nin ruh cephesini inşa etmek için yazı, şiir ve vaazları ile bütün kudret ve kabiliyeti ile çalıştı. Devletin temelleri atılırken bu ülkenin manevi mimarlarından biri hatta birincisi rolünü oynadı. Hayatını deha derecesindeki zekasıyla daha çok şiir yoluyla davasına hasretti. Bütün ömrünü davasına adadı. Doğuyu da batıyı da okudu iyi öğrendi. Batının usüllerini kullandı ama batıcı olmadı.
Zamanın ilmi usul ve yöntemlerini kullanarak insan ideali ve insan modelleri ortaya koydu. Bu yönü ile de zamanın teknik ve zenginlikte ileri gitmiş batısını tek dişi kalmış canavar olarak görüp, doğunun entellektüel kapasitesini ve moral değerlerini harekete geçiren isim oldu.
Akif, Asım insan ideali ile doğunun o zamana kadar ki yüz yıllık durağanlığına son vererek en belirgin insan ideali ve modelini meydana çıkardı diyebiliriz. İnandığı gibi yaşadı. Yaşadığı gibi inandı. İnandığını da yazdı. Bütün ömür çizgisi; ilim, istikamet, sebat, sadakat ve ahlak çerçevesinde bir mücadele ile geçti.
Akif 1936 yazında Mısır’dan Türkiye’ye döndü. Akif yurda döndüğünde hasta idi. Dönüşte Mustafa Kemal Paşa bir adamını kendisine göndererek, ’’İstiklal Marşı’nı değiştirmedim. Kendisini de Türkiye’ye kabul ettim’’demek suretiyle kendisine karşı beslediği bir türden hüsn-ü kabul duygularını iletir. Bunun üzerine Akif, hasta yatağından içinde İstiklâl Marşı’da geçen bu anlatıma bir cevap için doğrulur. Oradakiler bir an ‘’şimdi Akif bir şeyler söyler, hiç yoktan bir nahoş durum ortaya çıkar’’ diye bir an endişeye kapılırlar. Akif ise doğrulduğu yerinden: ‘’Beni isteseydi bu ülkeye kabul etmeyebilirdi. Fakat İstiklal Marşı’nı isteseydi de değiştiremezdi’’ diyerek hayat çizgisindeki metanet ve istikametten ölüm döşeğinde bile vazgeçmediğini göstermiştir.
Akif, yaşamı ile eserleri ile ve hatta ölümü ile bile bu millete hizmet etmiştir.
Bugünkü Türkiye her yönü ile Akif’in Türkiyesidir. Akif’te Türkiye’nin Akif’idir.
Bu topraklardan bir güzel ilim, fikir, mücadele ve hayat insanı olarak essah dünyasına göç eyledi.
Allah rahmet eylesin Akifimize.