Türkçenin Cenaze Töreni’ni bir devrin romanını okur gibi okudum.
Bir foto roman canlılığında. Dil ve devrim kelimelerini bir araya getiren bir takım isimlerin, millî hafızayı silip ‘mağlubiyet ideolojisine’ dayalı yeni bir hafıza oluşturma çabası, kitabı okurken adeta zihin dünyamda canlandı. Bir an durdum, kendimi dinledim. Sahnenin oyuncularının kıyasıya mücadelesine, zaman zaman da müsameresine ve icralarına farklı nazarlarla şahitlik ettiğimi hissettim.
Okuma bitince de, Üstad Necip Fazıl’ ın cenaze töreni tedaî/çağrışım yaptı bende. 25 Mayıs 1983’ de üstadın cenaze töreni askeri döneme tesadüf etmiş. İstanbul’da sıkıyönetim olduğu bir dönemde Üstad’ın cenazesi kaldırılmıştı. O zamanın görgü şahidi bir arkadaşım, Üstad’ın cenazesinin oldukça hadiseli ve ilginç taşınma sahnesini şöyle anlatmıştı bana:
‘Fatih Camii’nden Eyüp’teki kabre cenazeyi taşımaya başladık’ dedi arkadaşım. ‘Bir noktadan sonra baktık tabutun altına omuz veren tanımadığımız sivil simalar peydah oldu. Bu arada ittirmeler, hatta dirsek atmalar derken ne olduğunu anlayamadığımız bir hareketlilik oldu. Bir de ne görelim! Omuzlarımızdaki cenaze birden elimizden çıktı. Ne olduğunu tam anlayamadık!. Tanımadığımız simalar cenazeye ‘omuz gücü’ ile el koyup kendileri taşımaya başladılar. Ama hadisenin dışındakiler bu durumun pek farkına varamadılar.’ Diye çok farklı bir cenaze hikâyesi nakletmişti.
Anlaşılan devrin askeri idaresi, sevenlerinin Üstad’a son vazifelerini yapmalarını çok görmüş!. Belki de gösteri ve nümayişten çekinmiş!. Cenazeyi yanaşık düzenle görevlendirdiği sivil görünümlü unsurlarına taşıtmıştı!.
Türkçenin Cenaze Töreni’ni okumak işte bende böyle bir canlı cenaze hafızası uyandırdı.
Direk konuya girelim.
Bunu neden yaptılar?
Cevabı kitaptan:
‘’Türkiye’de cumhuriyetten sonra bir yönetim ideolojisi oluşturuldu. (…) Özeti mağlubiyeti galibiyet gibi kabullenmektir. Zaaflarımızı güçmüş gibi göstermektir. Türkçenin binlerce yıllık zenginliğini bir kenara bırakıp, sıfırdan bir dil türetmeye çalışmak da mağlubiyet ideolojisinin türkçe sürümüdür’’(210)
1932 yılı dil, ilim, medeniyet, tarih, kimlik, ülke ve yeni dönemin inşasının top yekün tartışıldığı bir dönemdir. Devlet millet hayatını doğrudan etkileyen modernleşme uygulamaları bir çok alanda son hızla sürdürülmektedir.
Yeni dönemde eğitim ve kültür hayatına dair pek çok değişiklikler yapılır. Ancak bir alan var ki orta yerde durmaktadır. O da, irfan, hikmet ve ilim yüklü eserleriyle, asırlara uzanan hikâye yüklü birikimi ile ve halk efkârında yaşayan hali ile ana dilimiz Türkçe.
Eserin girişindeki ifadesiyle öztürkçeciler batıya, ‘ağır mağlubiyet hissi duyanlara’ has bir mesaj vermek istemektedir: ‘Din ayrılığını kaldırdık/dilimiz menşede aynı! Sizin medeniyetinizi kabul etmekle kalmıyoruz, biz zaten temelde sizinle aynıydık, bir dönem, İslamiyet bu ayrılığı bozmaya çalıştı, artık aslımıza dönüyoruz.’
Bu karara varılmış sıra hükmü uygulamaya gelmişti. Yani sıra Türkçenin cenaze törenine gelmişti. Sahne, dekor hazırlanmış. Sıra uygulamacılara, bu cenazeyi kaldıracak isimlere gelmişti. İsim dediysek, dilci, edebiyatçı gibi alanın mütehassıs ve yetkin isimleri aklınıza gelmesin!.
Bu aşamada; muhasebeci, avukat, yüksek mühendis mektebi talebesi, süvari fırkası tümen kumandanı, tıp fakültesi talebesi, kadın hekimi, mütekait miralay, sanayi komisyoncusu, ormancı, tayyare mülazımı(havacı teğmen) (…) v.s.’ mesleklerden azalar (üyeler) bir araya getiriliyor.
İşin içine basın da dahil edilerek Dil Kurultayı için ülke çapında bir propoganda faaliyeti yapılır.
Kitapta anlatılan TDK’nın faaliyetlerini sevk ve yönlendirip 100 bin kelimelik dil sermayesini 7 bin kelimelere düşürme, dilimizin bütün kodlarını değiştirme görevini üstlenen, ‘Ne iş olursa yaparız, icabında her türlü kitabı yazarız, her dilden anlarız, yanaşık düzencilikte yektayız(s.120)’ modunda üç silahşör(!)vardır: ‘Ahmet Cevat Emre, İbrahim Necmi Dilmen ve Mehmet Ali Ağakay.’ İki Giritli, bir Selanikli ve bunlara ilave olarak bir Ermeni (Agop).
Geniş hazırlıklardan sonra Dil Kurultayı 1932 (26 eylül- 6 ekim)’ de toplanır.
Öztürkçecilik namı ile anılan dil de tasfiye operasyonu başlamıştır.
Kurultay’da Hüseyin Cahit gibi, ‘dil meselesi sun’i bir alet değil, tabi bir kurumdur(…) Lisanda tasfiye zorla olmaz’ (s.148) diyerek dili kendi tekâmülüne bırakmayı savunup, birden salonda tersine rüzgârlar estirerek, ‘küpleri deviren’ hatipler de yok değildir. Hatta yaptığı konuşmada, dilin tekâmülünün kendi seyrine bırakılmasını savunduğu için, kürsüden indirilen konuşmacı hatipler de mevcuttur.
Bu kurultayda başlarda ortalıkta görülmeyen bir başka konuşmacı da Türk Tarihi Edebiyatı Müderrisi(profesör) Fuat Köprülü’dür. O da yaptığı konuşmada:
manevî inkılaba gidiyoruz.’’
Diyerek safını gösteren bir konuşma yapmıştır. Daha önce harf inkılabına muhalefeti bilinen Köprülü, gece yarısı Dolmabahçe’ ye çağrılmış, ikna edilmiş ve ertesi gün bağlılıklarını arz etmiştir. Akabinde milletvekili yapılır Köprülü.
Bu kurultayda Maarif Vekilide bir konuşma yaparak ‘milletin halâ yüzde yetmişinin anlamadığı bir dille hitap ediyoruz.’ Diyerek halkın türkçeyi anlamadığından bahseder.
Oysa o tarihten sonra değiştirdikleri sadece tıp literatürünün tamamını bugün itibariyle değil halk, işin uzmanları bile anlayamayacak duruma gelmiştir. Kurultayda sunulan tebliğ ve yapılan konuşmaların çok büyük bir kısmı resmi tezleri destekler mahiyettedir.
Kurultay biter ve levazım alayı son sürat vazife alanına dağılır. Basın için 8 bin kelimelik bir öztükçe kılavuzu hazırlanır. Tüm yazışma ve yayınlarda bu kılavuzun dışına çıkılmaması talimatı verilir. Süratle öztürkçe harekatına girişilir.
Atatürk tarafından yayınlanan kurultay sonrası kutlama mesajı:
‘’Dil bayramından ötürü, Türk Dili Araştırma Kurumu genel özeğinden, ulusal kurumlarından bir çok kutun bitikler aldım, gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu kutlarım.’’ (26 Eylül 1934 )(s.200)
Örtürkçecilik namına işler öyle sarpa sarar, öylesine bir akıl almaz noktaya gelir ki Atatürk bir noktadan sonra bu işten vaz geçer.
Mustafa Kemal Paşa Falih Rıfkı’ya: ‘ Dili bir çıkmaza saplamışızdır. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır. Ama bende işi başkalarına bırakmam. Çıkmazdan biz kurtaracağız.’ Der ve harekete geçer. Aynı ekibe bu sefer bu işi düzeltmeleri talimatı verilir. Tornistan yapan mevcut ekip düzeltme talimatını alır ve bu seferde aksi yönde harekete geçer. Marş marş…
Kitapta bu bölüm, ‘’Atatürk’ün etrafında dilci geçinen bu şarlatanlara cenazeyi kaldırma vazifesi veriliyor. Onlarda bir zamanlar yabancı diye kıyıma uğratılan kelimelerin aslında öztürkçe olduklarını ispat için bin türlü taklalar atıyorlar, maskaralıklar yapıyorlar. ‘’ (202) şeklinde ifade edilmekte.
Bir batılı Goefferey Lewis Öztürkçecilik namına ülkemizde yapılanları görür ve ‘trajedi’ olarak adlandırır. Ve bütün bu yapılanları şöyle açıklar: ‘’Dil devrimi trajik bir başarıdır.Yani öldürücü bir başarıdır. Eğer tam başarılsa idi, türkçe tamamen bitecekti.’’ (213)
Döneme ait dil alanındaki akış kronolojisini açıklaması ve kullanılan dil farkının görülmesi açısından Atatürk’ün 1937 yılı tebriğini alıyoruz:
‘’Dil bayramı münasebetiyle Türk Dil Kurumunun hakkımdaki duygularını bildiren telgraflarından çok mütehassis oldum. Teşekkür eder, muvaffakiyetlerinizin temadisini dilerim.’’(S.’200)
Kitapta dil meselesini dert ve dava edinenlerden bir isim olan Yusuf Kaplan’ ın da görüşlerine yer verilmiş. O görüşülerden kısa bir bölüm:
‘’Dil meselesi bu ülkenin geleceğiyle, güvenliğiyle ilgili bir hayat memat meselesidir.Türkiye’de tabansız, dayanaksız, devşirme bir medeniyet değiştirme projesi devreye konuldu ve Türkiye’nin hedefinin Batılılaşma olduğu söylenegeldi. Dilimizi katleden, sekülerleştiren, içini boşaltan ve ruhsuzlaştıran şey, işte bu devşirme projedir.’’(Y.Kaplan 227)
Kendisine sorulan ‘’bir tane olsun fransızca kelime uydurmayı denediniz mi?’’ sorusuna büyük bir infialle ‘’Bu imkânsız, fransızca da her kelimenin bir tarihi vardır.’’ (s.223) Cevabı veren fransızca profesörünün taşıdığı hissiyatta birden çok kimlik hemen göze çarpmakta. Rauf Tamer’in kulakları çınlasın bu kafa tamda işte ‘o kafa’.
Kitabın girişinde ‘sade Türkçe’yi edebiyatın merkezine yerleştiren’ yazarlarımız sayesinde ‘devlet ve ilim dilini içine alacak şekilde’ ‘kendiliğinden bir Türkçe inkılabı sürüyordu. Ancak buna izin verilmedi.’ Şeklinde genel bir durum özeti verilmektedir.
D. Mehmet Doğan verdiği eserlerle durmadan dinlenmeden yarım asırdır bir medeniyet dili olan Türkçe’nin davasını güdüyor. Son kitabı Türkçenin Cenaze Töreni’ de türkçe davasının son örneğini teşkil etmekte.
Türkçenin ve Türkiye’nin davasını ve derdini güdenlere ufuk açıcı, şuur inşa edici bir kitap. Kitap Yazar Yayınlarından çıkmış. 323 Sayfa. Türkçe hassasiyeti taşıyanlara özellikle tavsiye edilir.
Sağlıcakla kalın