“Dün, ne matemdeydi alem! Yer hazin, gökler hazin;
Sur-ı fıtrattır bugün : Fıtrat bugün, sahra-güzin!
İşlemiş kırlarda yer yer kudretin feyyaz eli,
Öyle yapraklar ki sun’undan; gidip bir görmeli.” mısralarına bir defa daha göz atarken, bir baharın çok ötelerinde ihtizazlarla ürperen içim, ani bir bedahet hissinin ağmasına izin verince, karşımda yemyeşil giysileriyle salınan üç salkımsöğüdün davetine kulak tuttum.
Irmaktan kalkan rutubet tülleriyle sarılıvermiş gibiydi ağaçlar; “üç elif”in beraberliği misali, sırt sırta duran kenetli yapıya koru ya da meşelik diyemezdim ama, bütünün parçadaki hasiyeti silemeyeceği hikmetiyle aynı zaviyeden bakan ruhum, belki de onları “yegan yegan” görmeyi daha çok seviyordu. Zihnimizden geçiveren;
“Ne ne alımlı ve çalımlı bir ağaçtır o…” ifadesiyle fikri bir cenge tutulmuş iradem, geçmiş günlerin bahçelerinden birinde serpilmeye yüz tutmuş, yanında vazifelendirilmeden az önce yeryüzünden bir mevzi kapmış bahtiyar ellerce dikilmiş bir diğer salkımsöğüdü telmih etmedeydi.
“10. 01. 1984- Şaphane:
Bu notlara başlamak, epey süren şahsi tecrübelerimiz arasından bitivermiş tek tük zaman diliminin dostluğunda oldu. Şöyle bir hesaplayınca, son iki haftadır hiç bir düşünce kırıntısı aktarmadığımı fark ediverdim .
Ne ona, ne buna; sadece kendimize eseflendik. Belki de ‘ bir imtihan salonu’ kadar ancak değer verilmesi gerekirken, haddinden fazla eğindiğimiz dünyalıklar bizi böyle bir ihmale atmıştır...
İlk satırlarıma bakma zaruretim biraz da bundan doğdu; daha öncekilere göz atmamın temel saiki, en başta meraktı. Kendimizi nasıl bir yükün altına bırakıverdiğimizi anlayarak, yüreğimizi kavuran pişmanlığın iç çekişiyle dışa vurmuştuk.
Akşamın ilk saatlerinde postanede, Birecik’e yazdırdığım telefonun bağlanmasını beklerken, memurun gazetesine şöyle bir bakınca oradaki bir değerlendirme alakamı çekti. Demokratik Parti macerası ile sonraki zamanlarda asıl maksadı anlaşılabilecek bir demokratlaşma davasını güden siyasi ekibi birbirine benzetiyordu. Hani çok güzel bir deyim vardır Türkçe’de; “Saçı nasılsa önüne düşecek; ak mı, kara mı o zaman belli olur.” ; yazarlarımız çok mevzuda haddinden fazla sabırsızlar gibimize gelir; tabii eğer kalemlerinin altında halkı aydınlatmanın, ‘efkar-ı umumiyenin tercümanı’ gibi bir sıfatı kazanmanın dışında çok daha ayrı bir maksatları yoksa tabii… Eğer bir kısım temennilerini, “fikir libası” giydirerek halka sunma ve onları ajite etme niyetle bereli iseler, dikkate bile alınmaya değmezler sanırım.
"Hançer olup maziden bağımızı kestiniz
Bir kasırga oldunuz, hoyrat hoyrat estiniz.” ( Dr. Verdi KANKILIÇ) mısralarıyla dile getirilen hakikata mahkumiyetimiz -hamdolsun- tırtıklanmaya başlandığına göre, bir büyük ittifakın temelleri de atılıyor demektir.
Bir yığın tenkitle bıkıp usanmadan küçültmeye çalıştığımız kısır döngülü ve kelimenin tam manasıyla ‘ mürteci’ zihniyet dahi, özlediği, varmak istediği, dayatma niyetini taşıdığı baskıcı sistemi, suret-i haktan görünerek önümüze altın kaplar içinde sunmaya devam ettiğine göre, ‘bizdenmiş’ görünen ve türlü bahaneyi yüzüne gererek dağınıklığımızı sürdürten kimselere ne oluyor ki asıl alternatifi ortaya koymada – gecikme bir yana – yayan kalıyorlar.
Adamların belki de öyle bir ‘alternatif sunma’ gibi meseleleri yok da, sadece ormana dağılan avlarını tekrar bir araya toplamak için ‘yem borusu’ çalıyorlar; bizim de öyle düşünmek içimizden gelmiyor belki… Bir toz talaz içinde debelenip duruyoruz. Elin adamı kalkıp da bize ahkâm kesmeye yetkili görüyor kendini, fırsatı biz tanıyoruz ona...
‘Vahid-i sahih’ misali, gerçi çok çok ayrı bir meseleye verilmiştir ama ahalinin bu perişanlığını düşününce, insan hatırlamadan da edemiyor. Hiç bir müşterek değeri bizzat kendi gönüllülüğüyle ortadan silinivermiş insan yığınına antitez olmayıp, bütün havsalalardan çıkmış antitezleri çürüten “üstün fikri” nasıl anlatıp da, kabul ettireceksin; adamın anlayıp dinlemeye gönlü olmadıktan sonra?..
‘Za’af-ı diyanet” hastalığıyla, ‘cehalet’ ve ‘zekavet-i betra’ya defalarca dikkat çekilmesi, hiç bir zaman boşuna değildir herhal. İş yine ‘vakt-i merhun’u beklerken, yapılabilecek ‘müsbet’ (olması gereken, sabitleşmiş, müstakim çalışmalara kalıyor; gerisi laf ü güzaf. “Küllü elde edemeyen, cüz’ü de bırakamaz’ manasındaki kıyas, burada da geçerlidir.
Mehmet Nuri BİNGÖL