On dokuzuncu yüz yılın sonlarında ve yirminci asrın başlarında bütün Anadolu’yu adım adım gezen Bediüzzaman, Türkiye ve Doğu Anadolu’daki geri kalmışlığın asıl sebebinin cehalet olduğunu görmüştü. Bu sebeple yollara düşerek İstanbul’a kadar gelmiş, padişahla görüşerek Doğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde üniversite açmalarını istemişti. Bu mekteplerin ismi Medresetü’z-Zehrâ olacaktı. Yani Mısır’daki Ezher Üniversitesi’nin kız kardeşi şeklinde olacak olan bu üniversite Van, Bitlis, Siirt ve Diyarbakır’da açılacaktı.
Bediüzzaman’ın “Eski Said” dediği devrenizde yazdığı eserlerden Divan-ı Harbi-i Örfi[1], Münazarat, Muhakemat ve Volkan’daki bir kısım makalelerinde belirttiğin hususlardan biri, milleti ve İslâm Âlemini “ kurûn-u vustada ( ortaçağda) tavakkuf ettiren (durduran)” cehaletti; söylenen diğer iki büyük yaranın da fakirlik ve ihtilaf olduğunu çok insan bilir.
Tarihe baktığımızda, büyük dâvâların ancak, büyük müesseselerde tecelli ve tahakkuk ettiğini görmekteyiz. Bu hakikatın idrâki içinde olan Bediüzzaman uzun ömrü boyunca Medresetü’z-Zehrâ isimli üniversite için çalışmıştı. Bu meseleye o kadar çok ehemmiyet veriyordu ki, “Risale-i Nur’un hakikatına çalıştığım gibi, bu mesele için de o kadar çalıştım.” diyordu. İhmal edilerek, fakir ve cahil bırakılan Doğunun Van, Bitlis, Siirt ve Diyarbakır gibi dört merkezinde yapılacak bu mekteplerin tahakkuku için de üç büyük müracaat ve teşebbüs yapmıştı. İlk teşebbüsü Sultan İkinci Abdülhamid devrinde, ikinci müracaat ve çalışması Sultan Mehmed Reşad zamanında olmuştu.
Rus esaretinden sonra vatana dönen Bediüzzaman, İstanbul’daki kahramanca hizmet ve çalışmalardan sonra, dâvet edildiği Ankara’daki ilk Mecliste Medresetü’z-Zehrâ’yı onlara da anlatmıştı. İlk millî Meclis’te, Mustafa Kemâl’in de içinde bulunduğu iki yüz mebustan yüz altmış üç kişi, karar vererek yüz elli bin lira tahsisat ayrılmıştı. Fakat namazsız mebuslarla yine uyum sağlanamamıştı.Çeşitli mâniler daima bu büyük mefkûreyi geri bırakmıştı. Nihayet Bediüzzaman, bu Medresetü’z-Zehrayı Risale-i Nurun yazılması, bütün vatan sathına ve dünyaya dağıtılarak okunması şeklinde gerçekleşmiştir.
Bedizzaman Said Nursi’nin irşad ve iknasıyla, Van Valisi Tahsin Bey (Uzer) “Babıâli Daire-i Sadaret şifre kalemi” başlıklısında sadrazamlıktan ve saraydan (özetle) şunları talep ediyordu: (4 Haziran 1329 – 1914)
“Doğu Anadolu ve Van tarafından Müslüman-Kürtlerin cehaletinden istifade ederek, Şiî mezhebi gittikçe yayılmaktadır. Bu arada Abdürrezzak isminde bir yalancı ise çok yıkıcı faaliyetler yapmaktadır. Bütün bu menfi hareketlere karşı buralarda yapılacak bir üniversite, saçacağı nurla Osmanlılığın ve İslâmiyetin bekası için büyük bir dayanak noktası olacaktır. Eşraf, âlimler ve aşiretler bu güzel neticeyi sabırsızlıkla beklemektedirler.
Bütün Şarkın büyük âlimi Bediüzzaman bu mesele için can-ü gönülden samimiyetle çalışmaktadır. Bu meseleyi Evkaf-ı Hümayun Nezaretine de yazıp bildirmiştik. Fakat mesele çeşitli yazışmalarla ve malî darlık gibi sebeplerle gecikmektedir. Medresetü’z-zehra ismindeki bu üniversitenin inşası için gereken masrafların ‘ceyb-i Hümâyundan’ ödenmesi için; bütün ulemâ, rüesa ve eşraf tarafından ‘hâk-i pay-ı Şahânenin’ bu hayırlı işin hassaten ‘taraf-ı Şahâneden vücuda getirilmesi’ni istirham etmekteyiz.” [2]
Eğitim ve tahsile o kadar ehemmiyet veriyordu ki, en fazla iddialı olduğu dinî ilimlerde bile ihtisasa hürmet ediyor; tedrisin en çarpıcı ve vazgeçilemez yönlerinden biri olan “uzmanlaşma” hâdisesine dikkat çekiyordu:
“Ey bu Camii-i Emeviyede bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim! Ben haddimin fevkinde bu minbere irşadımız için çıkmadım. Çünkü size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulemâ bulunan cemaata karşı benim misâlim, medreseye giden bir çocuğun misâlidir ki; o sabî çocuk medreseye gidip, okuyup akşam da babasına gelip, okuduğu dersini babasına arz eder. Ta doğru ders almış mı, almamış mı? Babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet biz de size nisbeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstadlarısınız.İşte ben de, aldığım dersimin bir kısmını sizler gibi üstadlarıma şöyle beyân ediyorum: (149)
Hitap ettiği âlimlere karşı söylediği “tevazû” ifâdesi, elbette ki kendi şahsı için değil, ilimdeki öncelikleri açısından söylediği çok bellidir. Yine aynı ihtisas ve uzmanlaşma konusunda, hayatının değişik bir safhasında düşüncesini Bügünkü Türkçe’ye çevrilmiş şekli ile şöyle dile getiriyordu:
“İstanbul’a geldim, gördüm ki devletin diğer kuruluşlarına göre medreseler (eğitim kurumları) çağa ayak uydurup teknik yönden yükselememiştir. Bunun da sebebi, kitaba bağlanmak ile, mevzuunda gerekli ilerlemeleri zihnen yapması lâzım gelen kabiliyetler, ilmî tedkik ve inceleme alışkanlığının yerine konulmuş, talebelerde bir konuyu ilmî tartışma ile halletme eksikliği ve araştırmanın yerine ezbercilik (muallime soru ve ondan alınan cevap) sebebiyle şevksizlik ve melekesizlik ve atâlet gibi bazı hâli netice vermiştir. Bunu ortadan kaldırmanın çâresi, yüce bir himmet, tam ve devamlı bir meşgale veya müsabakayı netice veren (birbirine) sual ve cevap gibi, bir şahane şevk verici duygu ya da harici bir sevk lazımdır. Veyahut işbölümü kaidesine uyarak, her bir talebe kendi kabiliyetine göre, bazı ilimlerle meşgul olmalı. Ta mütehassıs olsun, sathî olmasın…..
“Bunun da çâresi, onun kabiliyet ve yeteneğine uygun bir fen esas tutulmalı ve buna münasip ilimlerin her yerinden özet bilgi alınmalı, kendisi de o temel ilmin gerçek hüviyetini tekmil etmelidir. Zira her bir özet bilgi, o ilmin gerçek ayrıntılarını teşkil etmiyor.”
Eğitimin sadece belli dar kalıplar içinde yapılan bir çalışma olmadığını Bediüzzaman Said Nursi bizzat kendi hayatıyla göstermiş, yaptığı tahsilin sadece üç ayı düzenli medrese “sıralarında” geçmişti. [3]
Van Valisi Tahir Paşa’nın konağında bulunurken, orada ikâmet sebebi olan zengin kütüphânesinden istifâde niyeti de aynı noktaya temas etmektedir:
“Molla Said, Bitlis’te iki sene kaldıktan sonra Van Valisi Hasan Paşa’nın dâveti üzerine Van’a gitti. O’nun yanında ve daha sonra vali olan İşkodralı Tâhir Paşa’nın konağında uzun zaman kaldı. Burada bütün müsbet ilimleri araştırmaya ve öğrenmeye başladı. Kısa zamanda tarih, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik, kimya, astronomi ve felsefe gibi ilimlere vukufiyet peyda etti.
Bir gün bir öğretmenle Coğrafya’ya ait bir meselede bahse girerler. Konuşma uzar, vakit gecikir. Bunun üzerine sohbeti ertesi güne bırakırlar.
Molla Said yirmidört saat içinde bir coğrafya kitabını ezberler. Ertesi gün vali konağında, coğrafya öğretmenini ilzam eder.” [4]
Yine aynı şekilde bir münazara neticesinde beş günde inorganik kimyayı öğrenerek bir kimya öğretmeni ile yaptığı münazarayı da kazanır.[5]
Eğitim sistemlerinin mevcut zayıflıklarından en büyüğünün, topluca ele alınan öğrenciler arasındaki zekâ farklılıklarından ötürü, onlardan istenen verimliliği ve “toplam kalite”yi tamamlayıcı “itici gücü” sağlayamamak değil midir?
Böylesi bir “handikabın” öğrencinin “ferdî” çalışmaları neticesinde ortadan silinebileceğini, Hazret’in hayatındaki şu sahne iyice gösterir zannederim:
“Hocası Şeyh Mehmed Celâlî Efendi, niçin böyle yaptığını sorunca, Said:”Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak bu kitaplar bir mücevherat kutusudur, bir hazinedir; anahtarı da sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizi istirham ediyorum. Bu kitapların neden bahsettiklerini anlıyayım da, bilâhare tab’ıma muvafık olanlara çalışırım” şeklinde cevap vermişti.
Maksadı ise, esasen kendisinde fıtraten mevcut olan teceddüd fikrini medrese usullerinde göstermek ve tatbik etmekti. Bir süre hâşiye ve şerhlerle vakit zâyi edilmesine mâni olmaktı. Bu suretle, medrese usûlüne göre yirmi senede ancak tahsili mümkün olan ilimlerin hülâsasını o üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.
Bunun üzerine hocalarının “Hangi ilim, tab’ına muvafıktır?” sualine cevaben:
’Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum, ha hiç birisini bilmiyorum.’ der.” [6]
*
İlim tahsili için sosyal hayatın talebe için gereksiz yönlerinden uzaklaşması gerektiğini “ilk Tahsil”indeki şu tavrı açıkça gösterir:
“O derece kendini ilme vermişti ki, dış dünya ile alâkasını bütün bütün kesmişti.[7]
Eğitim sistemlerinin en büyük açmazlarından biri de –zannımca- “ezber” hâdisesine, değeri olduğu kadar yer vermemesidir. ”Çarpım tablosu”nun ezberlenme lüzûmunu kabul eden eğitimciler, diğer ilimlerin temeli olan konu ve bölümlerini ezberletmenin aleyhindedirler. Halbuki büyük düşünür ve âlimlerin hemen hemen hepsi, belli ilimleri “hıfz”larına almışlar, sonraki buluş ve icatlarını o ezberlerin üzerine “bina” etmişlerdir.
Söz konusu bilgin ve düşünürleri tek tek sayarak sadet haricine çıkmayı istemeyiz. Tıp ilminin temeli olan “anatomi”deki ezberlemeler olmasaydı, doktorla kasabın arasındaki fark çok çok azalırdı.
Bediüzzaman’ın hayatının ilk bölümlerinde, bilhassa tahsil yıllarında “Kámus-u Okyanus”u “ Sin” harfine kadar ezberlemiş olması; ezberine aldığı kaynak eserleri, – en az- yılda bir defa tekrar etmesi bu noktayı iyi açıklar.[8]
[1] Divan-ı Harb-i Örfi, 60, age.
[2] B.T. Bediüzzaman Said Nursi, 160-161, age.
[3] YAŞAR Selahaddin, Bediüzzaman Kimdir, Risale-i Nur Nedir, Yeni Asya Neşriyat, 2002, s:47
[4] B.T.Bediüzzaman Said Nursi, 77, age.
[5] B.T. Bediüzzaman Said Nursi, 77, age
[6] B.T. Bediüzzaman Said Nursi, 60, age.
[7] Age, 60
[8] Age, 64