Çok köşe yazım orijinal... Pek nadir iktibasım olur; o da indelhace...
Aşağıdaki yazımı iktibas sebebim ise AKIL FİKİR YAYINLARI tarafından M. Nuri YARDIM refikimin yeni neşredilen kitabında mezkûr yazımın iktibas edilmesidir. Dost ve kardeşlerime kitabı tavsiye ediyorum
Maskara…
Turuncu ve sarı zemin üzerine beyaz çizgilerin çalım sattığı ilk kedimin adı. O namı hak etmediği hâlde tam tersi sıfatlar gösterdiğinden kinaye kabilinden bulduğum isim.
Hayatımın çeşitli merhalesinde ise Karam, Masum ve Paşa var…
***
Paşa, bir yıl öncesine kadar evimi ve hayatımı süslüyordu. Kızlarımın okula giderken yaramaz çocukların ellerinden kurtarıp eve getirdiği Paşa’nın ilk görünüşüne ad düşünseydim eğer, Zenci’yi daha münasip bulurdum.
O kadar siyahtı ki renginin o olduğunu sanıp infiale kapılmış ve “Alın götürün bunu…” demiştim. “Böyle kara bir kediyi çekemem.”
Çocuklarım, bilhassa mimarlıkta okuyan küçük kızım, okula geç kalma ve müdürden “papara yeme” pahasına kediciği şampuanla yıkayınca, o simsiyah rengi ötelere kaçıştı ve beyaz, gri, siyah karışımı desenleri ortaya çıktı. Titreyen ve aç olduğu anlaşılan kediciği besledikten sonra eğitim yuvalarına koştular…
***
Bahar’ın kendine has o kokusu ve yeşil aleminin sere serpe yayıldığı bir gün. Mesaideyim…
Okuldan eve öğle arası için dönerken, öğleden sonra dersimin olmadığı ve mesai haftasını tamamladığım için memnundum.
Evde misafirlerim vardı; kayınpeder, kayınvalide ve yaşları küçük baldızlarım… Demek onca yolu aşmak için direksiyon sallamış ve ailesini ziyaretime getirmişti.
İlk vazife mahallim henüz ilçe olmamıştı. Gediz’e bağlı bir nahiye idi; Şaphane… Anlatırlar: Dönemin meşhur bir siyasetçisi kasabaya propaganda için geldiğinde, Belediye Başkanları halkı tembihlemiş.
“Eğer konuşmasının sonunda, sizden ne istediğinizi soracak olursa, bir ağızdan ‘Şap, şap, şap!’ diye bağıracaksınız.”
Denileni aynen yapmışlar ve o “meşhur siyasetçi” iktidar olduğunda kasabada çıkarılan şap madenini işleyecek bir fabrika kurulmasını sağlamış.
Bunun bir “şehir efsanesi” olduğunu diyen de vardır ama fabrikanın inşası doğrudur. Bir şap işletme kooperatifi vardı orada. Bunu yöre halkı kendi bağımsız gayretiyle mi şekillendirmiştir, yoksa “Ankara” tarafından mı kurdurulmuştur, tam bilemem.
Ama gerçekti ve kasabaya ilk indiğimde fabrikayı görünce, ilkönce birinci tayin yerimin bir nahiye olduğundan dolayı kırılan kalbimdeki serazat hisler istikrara kavuşmuş, çalışma şevkiyle dolmuştu. Neşir dünyasını mecburen terk etmekten ileri gelen infial ve kırgınlığım silinip gitmişti.
***
Şaphane, Gediz’e bağlı bir nahiye ama ulaşımı bayağı zor. Her hatırladığımda hasret dokuduğum mekanı ilçe olduktan sonra görmedim. Oradaki bir yüksekokulda okuyan lise mezunu öğrencimin verdiği bilgiye göre, yolu bayağı düzeltilmiştir ama sarp mevkiini değiştirmenin imkanı yoktur buna rağmen.
Demek “kayınpeder” sırf kızını görmek ve “Akdağ”a tırmanan o tepecikleri aşarak hâla gözümde tüten mekana “vasıl” olmak için ter dökmüştü. Şimdi bile şükranla yad ederim bunu.
Bugün gibi hatırımdadır; günlerden Cuma idi.
Acele bir “Hoş geldiniz…” faslından sonra yine aynı telaşla abdest alıp kayınpederle beraber Cuma’ya gidip döndük. Sebebi bilinmez bir burukluk ve yorgunluk hissedince müsaade alıp yatak odasına çekildim. Öğleden sonra dersimin bulunmadığını tekrar hatırlayıp, biraz uyursam açılırım diye kendimi yatağa attım.
***
Bir kedi sesi…
Önce rüyada sandım kendimi. Veya hafızamın bana sürpriz yaptığını… Büyükbabamların Kaplan isimli kedisinin sesinin, rüyamdan gelen bir akisle harici dünyaya geçtiğini zannediyordum. Birkaç defa duyunca miyavlamayı, odayı terk edip dışarıya bakma ihtiyacı hissettim.
Kapıyı aşınca küçük baldızımın dış kapıdan içeriye girdiğini, kucağında da henüz isim koymadığım Maskara’nın kurumla oturduğunu gördüm.
“Ne o Nuriş,” dedim; “kedicik annesi, ümm-ü hüreyre olmaya mı niyetlendin?”
“Yok.” dedi ciddi ciddi. “Ben kim, annelik kim? Sokakta masum masum oturuyor görünce alıp getirdim.”
Maskara’nın evimize teşrifi, altı ay sonra, şimdi kimya mühendisi ve erkek çocukları bulunan kızımın dünyaya geleceğinin de müjdesi oldu bize.
***
Her hatırladığımda, “Ah Maskara, vah Maskara!” diye düşünmeden yapamadığım kedimiz, iki yıl sonra, tayinim bir başka memleket köşesine çıktığı vakit, sanki hissetmiş gibi ortadan kayboldu, yani Şaphane’de kaldı.
Demek ki vatanseverdi, doğup büyüdüğü, hatta bizimle tanıştığı toprağına, yani vatanına düşkündü. Hele bugün, çok insanda demeye dilim varmasa da millettaş bildiğimiz kimilerinde bulunmayan hamiyetvari hissine hâla hayranlık duyarım. Anlaşılan vatanseverliğin kaynağı olan İslami vahdet itikadı olmayınca, “insan” Yüce Kitabımız Kur’an’da buyurulduğu gibi “belhüm adall” derekesine iniyordu!
Neyse, geçelim…
Salon-sofa karışımı odaya yönelip, küçük baldızımın halıfleks üzerine bıraktığı kedinin emirlerime uyamayacağımı sanıyordum. Sokakta bulunmuş bir hayvanın “evcil” olamayacağını biliyordum.
Ayakta dolaşan hayvana, “Otur otur…” dedim.
O ana kadar biraz huzursuz olan hayvan sakince oturup, “Daha başka ne yapayım?” der gibi gözlerimin derinliklerine baktı. Yeşil bir denizi andıran gözlerinden ayırmadan bakışlarımı,
“Elini ver bakayım,” dedim.
Bu sefer de sağ “patisini” uzatınca, kedicik değil ama genç kediye “Bayağı evcilmiş…” diyeceğime, “Vay maskara hayvan.” demişim.
Dolayısıyla iki yıl müddetince o gurbet elde can yoldaşımız olan Maskara’ya isim de bulmuş oldum.
***
Bu satırları yazarken babama bayramlaşmaya gitmiştim. Böyle bir yazı hazırladığımı belirtince, “Sen çocukken ‘adsız’ olan kedimizi hatırlar mısın?” dedi.
Hafızamı o kadar yoklamama rağmen aklıma gelmeyince, annem atıldı.
“Peki, babanın Almanya’ya işçilik niyetiyle yola düşüp, hasretimize dayanamayarak İstanbul’dan işçi kafilesini terk edip memlekete dönüşünü hatırlıyor musun?”
“Hayal meyal de olsa, evet.”
“Gelir gelmez sizi sormadan kediyi sordu baban. O kadar düşkündü ona.”
Anlaşılan, demek ki, zira…
***
Gelelim Maskara’nın “maskaralık”larına…
Gece ziyaretlerine giderdik bazen. O “akıllı” hayvan evde kalmaz, beraber çıkar, sokağın en ileri noktasına kadar bizimle gelir ve o noktaya çakılıp kalırdı.
Ziyaretten dönerken bakardık ki Maskara bizi “uğurlamak” için kendini sabitlediği mekanda durup bizi bekliyor.
Oradan itibaren de bizi eve kadar takip eder, içeriye birlikte girerdik.
Yavrusu oldu, o küçüğe tıpkı insani bir anne gibi “tuvalet eğitimi” verdiğine şahit olunca apışıp kaldım.
Tayinim çıkınca ev eşyalarımın kamyona yüklendiğini görür görmez kaybolduğunu daha önce anlatmıştım.
İyi ki ardımdan gelmek için kamyona binmemişti, çünkü “atandığım” ilçede, iskan edeceğim kiralık bir evi ancak üç ay aradıktan sonra bulabilmiştim.
***
Paşa faslına o kadar yer ayıramayacağım.
O da şimdi Mimarlık’ta okuyan küçük kızımın yadigarıydı.
Meslek hayatımın bazı sıkıntı verici hâllerinden gelen bütün stresimi, eve girer girmez beni karşılayıp dizime veya yanıma çöreklenişiyle giderir, diğer kalem çalışmalarıma hız kazandırırdı.
Hele o kadir bilirliği…
Arada sırada -yeri balkonda olduğundan- onun tarafından “düzeni” bozulan balkonu tanzim eder, temizlerdim.
Ben bu yorgunluk için söylenip dururken ayağıma sürünür, berjere oturunca da fırlayıp kucağıma çıkardı. Öyle bir yalanmaya dururdu ki o “tanzime” teşekkür ediyor sanırdınız. Belki de gerçekten şükran hisleri içindeydi, bilemem elbet.
Yalnız kucağıma gelip de “mır mır” ses çıkarmaya başlayınca, Üstad’ın kedi hatırası aklıma gelir, hakikaten öyle demiş olmasa da Paşa, benim de “Ya Rahim, Ya Rahim” veya mükemmel hayatı için “ Ya Hay, Ya Razık…” dememe vesile olurdu.