Çok insanın malumu… Hatırlanır elbet.
“Umumun maksudu bir amma rivayat muhtelif.”
Pek çok anlaşmazlığın altında yatan bence böyle bir hal. Buna sebebin “inat ve tarafgirlik” olduğu açıklanır 22. Mektup’ta…
“Rıza nazarıyla bakan hiçbir kusuru görmez. Tarafgirlik nazarıyla bakan ise en küçük –hatta kusur bile sayılmayan- kusurları da görür.” Devleştiren mercekler altına alarak hem de…
Bunu, devlet çapındaki gelişmelerden dolayı hatırlamadım sadece. Ferdi meselelerden tutun da mahalle, şehir, aile, hatta hizmet grupları zaviyesinden bile can alıcı bir nokta bu.
Mezkûr hakikatın zıddına bir yol tutmak hem “camia” hayatını berhava eder. “İçtimai tevhid” ve “ittihad-ı kulub”u da bozuyor; “kabil-i iltiyam olmayacak inşikaklara” ( kapanması imkansız ayrılıklara) sebep oluyor.
*
Bu sıralar – sağ olsun- biraz da eski Adıyaman milletvekili Mehmet Metiner’in 17 Aralık 2013 tarihli yazısındaki tavsiyesini dinleyerek- sıklıkla “Risale-i Uhuvvet”i okuyor, tezekkür ediyoruz.
Ne diyordu o yazıda?
“Uhuvvet Risalesini her daim okuyacağımız günlerden geçiyoruz.
İhlas sırrına zarar verecek söz ve davranışları yanımızdan uzaklaştıracağımız günlerden geçiyoruz.
Bizler birbirimizin hasmı değiliz (ve olamayız da.)
………………………………………….
Biz aynı idealler temelinde bir araya gelmiş kardeşler topluluğuyuz.
Sadece hizmet alanlarımız farklı…“ (Yeni Şafak, 17 Aralık, 2013)
*
“Uhuvvet”in esasları ve ince noktaları mezkur risalede ayrıntılarıyla zihinlere havale edilmiş. O incelikleri diğer yazılara havale ederek diyoruz ki:
Malum topluluğun ilk çıkışından beri hangi esaslara bina “edildiği”nin farkındaydık. “Çok çok” hususi dairede de bunu konuşmuyor değildik.
“Bu esaslara binaen ehl-i imanın şeyhlerini çürütmekten içtinaben” onların iman bağını koruma esasımıza (Kastamonu Lahikası) uymak için “o meseleleri” avam-ı ehl-i nasa ya da umuma açmıyorduk!
Şundan bundan bağış alarak kurban kesme diye bir şey olamayacağını, koyunun sadece tek kişinin, sığırın da ancak yedi kurban kesme niyetli müslümanın ortaklığıyla kesilebileceğini herkes gibi biz de biliyorduk.
Mavi Marmara’daki “Furkan” kardeşimizin şehadeti için “boşuna” hükmü verildi (!), bu “şatahatı” bile Cibali Baba’nın cezbe halindeki “gavurcuklarım ölmesin” hikayesiyle tevil edenler çıktı maalesef. Ama bu hüsnüzan sahipleri belki de mazurdu, o anki başbakanımızın itirafı gibi onlar da kandırılmışlardı. Çünkü hata işlemeyen tek insan grubu
Nebi ve Resul (AS)lerdir.
Misalleri uzatmak mümkün… Maksadın hasıl olduğunu düşünüyor, belki yüzlerce “galat”ı zikretmiyoruz.
Ama iş – ya da bıçak kemiğe dayanıp- Risale-i Nur’lar, Protestan İslam projesi gereği sadeleştirme kılıfı içinde tahrif edilmeye gelince sıra, yani camii duvarına “şey” edilince artık susulamazdı. Risaleler kimsenin malı değildi zira, “mâl-i umumi”ydi, “Kur’an’ın malı”ydı.
“Bir kimse kendi hakkından hazf-ı nefs edebilir. Alelgayrın hakkı için fedakarlık ihanettir.” (Sünuhat) beyanınca susamazdık. “Adamlar” malum 17 Aralık ve 15 Temmuz sopalarını –arının kovanına- sokunca, daha doğrusu bu hata yaptırılınca onlara, olanlar oldu.
Vurgulayayım: Önceki adı paralelci, aslı ise Fetö olan şebekenin normal bir camia olmadığını 30 yıldır izah eden babamı şükranla anıyorum.