Takip eden dostlarım bilirler; dün akşam (20.10.2020) itibarıyla bir Face sayfasında "Tasavvuf ve İslam" konulu canlı sohbetim vardı.
Sohbetin asıl teması ise tasavvufun İslam dairesi "dahilinde" olduğuydu. Bunu, Tasavvuf hakikatının en büyüklerinin tarifleriyle izaha çalıştım.
Tasavvuf ve İslam mefhumları arasındaki alakanın "Günümüze Yansıması"ndaki TASAVVUFUN AHLAKİ BOYUTU ve BAZI RİSKLERİNİ de " ( Bilhassa genç kuşaklar için) zaman tarikat zamanı değil, iman kurtarma zamanıdır" beyanı paralelinde BEDİÜZZAMAN'ın görüşleri istikametinde açıklamaya gayret ettim. İnşaallah faydalı olmuşumdur; bu mevzuda tek insanın kanaatını bile tashih edebilmişsem Rabbimize hamdederim...
Maattessüf kimi kendini bilmez, reformist diye kerameti kendinden menkul (!) "adamlar" tarikata samimi bağlı insanlar konuşunca "FELSEFE YAPIP AKLIMIZI KARIŞTIRMA!"diyebiliyor.
Halbuki felsefenin türediği kök kelimeler, filos ve sofostur. İkisi birlikte ‘düşünce dostluğu veya devamlı biçimde fikren arama taraftarlığı’ mânâsına geliyor.
Tatbikat ve şuur bakımından da aşağı yukarı aynı mânâya geliyor kelime. Bir farkla; ‘hiçbir önkabul veya değerler sistemine bağlı kalmadan yapılan bir düşünce arayışı…’
Pek çok ilim adamı ve tefekkür ehlinin ortak görüşü, felsefe akımlarının hemen hemen hepsinden çıkan terim anlam şudur: hakikatı, hiçbir dayanak noktası, önkabul veya yaslanılan bir inanç olmaksızın, her insana göre değişebilen bir kuru akılla arama işlemi... Dikkat edin, ‘bulma’ değil, ‘arama’ işlemi.
Yani, felsefe bulmanın veya müspete ermenin yolu değil, devamlı ve hiç durmadan, sürekli devrim diyalektiğine denk şekilde boşuna çabalamanın yoludur.
Doğruyu ve hakikatı bulduğundan emin olsan bile, felsefi görüş zaviyesince onu yargılayacak, şüphe ile karşılayacaksın; yoksa "bilimsellik" dışına itilip, ‘geri’ yaftasını yemeye mahkûm edilirsin.
Halbuki, akıl ve hikmetin kabul ettiği bir doğruyu şüphe ile karşılayıp, hayatı ‘şüphe’ gibi kaypak bir değer zemini üzerine dikmek ne insanlığa uyar, ne de ‘insaniyet-i kübra, ; büyük insanlık olan ‘Küllî Akl’a! (bkz. İşârâtü’l-İ’caz)
Ve yine herkesin mâlumu ki, temel ve mutlak hakikat, yani ‘nass’larla bina edilmiş ‘selim akıl yolu’ tektir! Hakikatın ne olduğunu hangi metodla olursa olsun bulan bir insan, onu bu sefer ‘gayr-i muayyen,’ yani sınırsız, hatları belli olmayan bir mıntıka içerisinde, yani kuru aklın felsefî görüşleri istikametinde arama gibi bir ‘abes’ iş yapar mı?
Farz-ı muhal, ‘beşer şaşar’ kaidesiyle bunu yaptığını düşünsek bile, devamlı o hal içerisinde kalabilir ve insanlığına, ‘eşref-i mahlukat’ sırrıyla kenetleşmiş kişiliğine sığdırabilir mi? Zannetmiyorum.
Gelelim akıl bahsine… İki-üç kelime ile de onu özetleyip geçelim.
Bilindiği gibi Muhakemat’ta ‘aklın âkıl olması’ diye bir tabir var.
Evet, Yüce Kitabımız Furkân-ı Hakîm’de ‘tefekkür, aklı çalıştırma’ emirleri mevcuttur. Ama ‘aklın âkıl olması’ şartıyla. O akıl, ‘selim’ akıldır; yani ‘teslim olmuş’ akıldır mânâsı… Demek ki aklın değeri ‘teslim’ oluşunda, bir büyük ve küllî, mutlak hakikate nisbet edilmesindedir. Her nefse ve her hevaya göre değişebilen indî, subjektif, çok kere de menfaatçı bakış açılarına ‘realist, akılcı’ tevillerini getirmede değil.
Eğer aklı ‘başıboş’ ve ‘serseri’ bir düşünme vasıtası kabul edersek, bu azim bir cinayet mânâsına gelen tehlikeli durum baş gösterecektir. Zamanımızda bir ‘şuhud’a göre kırkta bir, başkalarına göre ise çokluktan kinaye olarak daha az ihtimal içerisine girebilecek bir dönüşü olmayan "Ahiret'te imanını kaybederek gitme..." yoluna girilecektir.
Anlaşılıyor ki, aklın en büyük memuriyeti, başı ve sonu belli olmayan, hatları bulunmayan (ki fıkhî bir mütearif, usuli’d-din’in bir umdesi; muayyen olmayan hiçbir meseleye fıkhî bir hüküm oturtulamaz) devamlı bir arayış değil, ‘teslim’ olmaktır, baş eğmektir; baş eğilen değer ve kıymetin ‘hikmet’ yönündeki faydalarını düşünmektir.
Neye baş eğileceğini, itaatın neye olacağını ise ister tek tek, ister belli bir çoğunlukta olan, ister insanlığın hepsinin düşüncesiyle tespit etmek imkânsızdır.
Bundan dolayıdır ki, ‘en doğru,’ kaç kişinin görüşüyle ortaya çıkarsa çıksın, bulunamaz, zaten öyle bir yol tıkalıdır; ‘içtihat’ meselesi ise, bahsedilen o halden çok daha ayrı hususları muhtevidir.
Dinimizde düşünceye ‘hikmet’ denmesinin mentalitesi de işte buradadır. ‘Hikmet-i Kur’âniye’ tabiri meseleyi zaten bedahet derecesinde açmaktadır. Fakat kelimesinin asıl mânâsında, salt felsefe dinimizde yoktur—‘denilebilir’ değil, kesin olarak diyoruz bunu; yoktur.
Felsefenin Batı âlemine mensup bir mefhum olduğunu, baştaki kelime iştikakı ile ilgili sözlerimizde bahsetmiştik. Filos ve sofos, sürekli devrim sloganına benzer bir arayış anlamına geliyordu hani…
Halbuki bizde (İslâm’da) boyuna arayış diye birşey söz konusu olamaz; mutlak hakikata teslim olduktan sonra ‘tefekkür’ ciheti önümüze çıkabilir ancak.
‘Bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadet’ hükmüne girebileceği rivayetin (Evka mekal) bahsettiği düşünce, işte tam da budur. Devamlı surette doğruyu arama demek değildir. Bu emrin, ‘hakâik’ veçhesinden, ‘pencerelerden bakıp, içlerine girme!’ emrine pek uygun bir bakış olduğu çok bellidir.
HATTA AŞİKAR...