Öncekiler, “Ettekrarü ahsen, velev kâne yüz seksen” gibi bir meşhur galatla -bazen- tekrarın ehemmiyetini izah etmişler. Çokça izah edilen bir bahse temas edeceğim.
“Âhirzaman’ın ehemmiyetini ihtâr eden" bir demet Hadis-i Şerif’le başlayalım:
“Biz ‘Abdulmuttalib oğullarıyız. Cennet ehlinin efendileriyiz: Ben (asm), Hamzâ, Ali, Câfer, Hasan, Hüseyin ve Mehdî.” ( Kütüb-i Sitte Muhtasarı; c.17, shf: 558)
Dikkat buyurursanız burada sayılan bütün isimler canıyla kanıyla yaşayan veya yaşayacak zatlar... “Mehdî”nin mânevi bir şahıs veya camia olacağını diyen KİŞİLER demek ki indî konuşuyorlar. (Şahs-ı mâneviyeye dayanması, ayrı bir mesele...)
“Ahirzaman’da bir halife gelecek, malı taksim edecek, saymayacaktır.” (Müslim; 2914)
Yukarıdaki Hadis-i Şerif’in yanına şöyle bir şerh düşmüşüz zamanında: (Bunun te’vilini nasıl yapacak yahud yaptıracaksın azîzim?!)
…Ve bir diğer Hadis: “Kâhtan kabilesinden bütün insanları sopası ile sürüp sevk edecek biri çıkmadıkça kıyamet kopmaz.” (Buhari, Fiten)
Bir Hadis daha:
“Cehcâh denilen bir adam MELİK olmadıkça günlerle geceler gitmez. (Yani Kıyamet kopmaz.) (Müslim; 2911)
Bazı alimler son iki hadisteki şahısların, aslında aynı kişi olduğunu; “Kâhtanî”nin tamamiyle “Cehcâh”ın aynı olduğunu tefsir etmişler var. (Mesela Mevdûdi)
Hadis usulüyle alâkalı olanları, bu zamanın “müddea değil bürhan” asrı olduğunu unutmadan ve bunu devamlı hatırlayıp hatırlatarak diyoruz ki Risale-i Nur “külliyatı”nın 24. sözün 3. Dal’ındaki, 19. Mektub, İçtihad risalesi, 15. Mektub ve diğer eserlerindeki hakikat üstü hakikatlara havale ediyoruz.
Bu dünya mâdem ki imtihan meydanıdır. Mâdem ki gaybı Allah’tan başka kimse bilemez; “gaybî umûr” ancak işaretler nevinden iş’ar edilir. Vazifeli “kimseler” de bunları öyle bir tarzda ihbar edecekler ki “ne tamamıyle meçhul kalsın”, ne de hikmet-i imtihanı bozacak şekilde âşikâr olsun!
Meselâ, yukarıya aldığımız üçüncü Hadis’teki “sopası” ile tâbirini ele alalım. Bu ve bundan sonraki çağlarda, hiçbir ordu veya insan grubunu “sopa ile” sevk etmek mümkün olmadığına göre, bununla kudret -ekonomik, teknolojik vb. güç- kastediliyor demektir (Allahu’alem-bissevab).
En son aldığımız Hadis metninde açıkça “melik” (sultan, devlet başkanı) tâbiri geçiyor ki Üstad Hazretleri buna “Halife-i Zîşan” diye parmak basıyor. Abdullah Yeğin’in Büyük Lügat’ı “melik” kelimesine şu mânaları da veriyor:
“ 1- Mülk ve melekut sahibi (Allah’ın esmaülhüsnasından…) 2- Padişah, mutasarrıf, tasarruf eden. 3- Bir kavmin başı…”
Bir diğer sözlük ise bu mânalara “sultan”ı da ilave ediyor. Buradan da anlıyoruz ki (Üstad’ın îzahları da bu merkezdedir) bir "şahs-ı mâneviye" dayanmayan, devlet başkanı ya da ordu komutanı olmayan bir kişi Mehdilik iddiasında bulunamaz!
İlave olarak, mâlumunuz olan diğer bir cihete temas etmeyi münasip buluyorum. Mehdînin lügavî manalarından biri de “hidayete erdirilmiş kişi”. Hadis’çe bu “hidayete erdirilme” bir gecede vukuâ gelecekir. Bu “hidayet”, mehdilik vazifesini fark etmektir belki de…
Buradan da -âcizâne- şunu fehmediyorum: Allah’ın askerleri, cünudu, reculü, emri istikametinde uğraşan kuvvetleri hesapsızdır, hatta nihayetsiz… Asr-ı Saadette ilk başlarda İslâm’a darbeler vuran Halid bin Velid, (mesela Uhud’da), nasıl ki daha sonra “bir nevi mehdî” olmuş ve “fütûhat-ı İslâmiye’nin” en mümtaz bir kılıcı hâline gelmişse, bu “hârikalar asrı”nda da ona benzer bir vaziyet neden görünmesin; neden tekerrür etmesin?!
Hem Hadis-i Şerif, “Allah bu dini bir fâsık-ı mütecahirin (açıkça günah işleyen biri eliyle) bile gâlib eder” (evkamekal) demiyor mu? Bu fısk u fücûr, maslahat icabı verilecek kimi tavizler olabilir.
Üstad Bediüzzaman’ın (ra) da sıfatlarını müteaddid eserlerinde saydığı, en nihayetinde ise “Hilâfet ünvanıyla” -veya sıfatıyla- hüküm süreceğinin serlevhasını astığı Âhirzaman Mehdisi, ilk vazife devresinde o makama liyakatı yokken, “bir gecede doğruya sevk” edilen hiç umulmayan biri de olabilir ki, Mevdudî tefsirinde bunu, “Gelelim Mehdi mevzuuna…” diyerek aynı şekilde îzah etmiştir.
Müslim’deki uzunca bir Hadis’ten de şunu anladım:
Âhirzaman’da çıkacağı ihbâr edilen ve emâreleri de görülen “Harb-i Mecidûn” veya Batılıların deyişiyle “Armegedon” harbi, sâdece dinî bir savaş değil, Haçlı Seferleri gibi din kılıfına sarılmış ekonomik bir boğuşmadır. Hicaz’a hücum edilmesinin altında bile dinî sebepler değil, ekonomik niyetler yatmaktadır.
Bilhassa mevzubahis Hadis’te “su” ile alâkalı hususlara dikkat çekilmesi dikkatimi celp etti. Mâlum; petrol da sıvıdır, İsrail’in ele geçirmek istediği yerler de hep su kaynaklarının bolluğuyla meşhûr...
“Cenab-ı Hakk Ye’cüc ve Me’cüc’ü gönderir. Bunlar yüksek yerlerden (yani dağ ya da dağ gibi yüksek gökdelenlerden) akın edecekler!”
Maddî ve ekonomik terör yuvalarının (eko-baronların da) mekânları nedense hep yüksek yerlerdir.
“…İlk kafile Tâberiye gölüne uğrayıp oradaki suları tamamen içecekler. Sonra geridekiler bu göle uğrayacaklar ve vaktiyle burada çok su varmış diyecekler…”
Demek ki “su” olmasa da, “su” gibi hayatî maddelerden biridir bütün olan bitenin sebebi. Yahud da suyu bile satın alabilecek bir kıymet…
Allah bizleri öylesi bir “Melhame” çukuruna yuvarlamaması temennisiyle burada noktalayalım. Zira ârif olana işaret yeter.
Mehmet Nuri Bingöl