O’nu tam o yaşlarda tanıma o bahtiyarlığa ermişti. Çevrenin ileri gelenleri ona Osmanlı Mollası diye derin hürmet duyarlardı. Kostroma’daki esir kampından, Tatar Mahallesi Camii’ne esaret kefaretini ödeyerek almışlar, onu tefekkür, inziva ve irşat vazifesiyle baş başa bırakmışlardı.
Osmanlı Mollası, tıpkı esir kampındaki dindaşlarını ve oradaki bir kısım muhafızları hayran bıraktığı gibi, Tatar Mahallesi’ndeki sürgün Türkmen, Tatar, Çeçen, Kırgız, Özbek, Kırgız, Kazak esirleri de ona Osmanlı Mollası diye derin hürmet duyarlardı. Kostroma’daki esir kampından, Tatar Mahallesi Camii’ne esaret kefaretini ödeyerek almışlar, onu tefekkür, inziva ve irşat vazifesiyle baş başa bırakmışlardı.
Osmanlı Mollası, tıpkı esir kampındaki dindaşlarını ve oradaki bir kısım muhafızları hayran bıraktığı gibi, Tatar Mahallesi’ndeki sürgün Türkmen, Tatar, Çeçen, Kırgız, Özbek, Kırgız, Kazak esirler de ilminin ve basiretinin genişliğine, imanından ileri gelen cesaretine, hangi şart altında bulunursa bulunsun, tebliğ vazifesini bir an bile unutmayan mesuliyet hissi ve ferasetine pervane olmuşlardı.
Onun Volga nehrinin hızlı, bazen de hazin akıntı seslerinin yanıbaşında, kendisine anlattığı hakikat ötesi hakikatları, Ali Atâ kimi zaman -güç de olsa- hatırlamaya çalışırdı. Zordu bu anışları, çünkü esaret ve sürgün hayatı bünyesi gibi hafızasını da yıpratmış, bazen en çok yaşadığı vakitleri bile sis bulutunun ardından seyreden birine dönüşmüştü. Mahmud’un o garip hâline sabır gösterip onu anlaması bu yüzdendi.
Bu tür hatırlamaların verdiği hediye, çok kere elem, esef ve inkisar olurdu. Yüreğinde yine aynı hislerin filizlenmeye başladığını sezer sezmez aniden çökkünleşti. Garip bir durgunluğa yakalandığını Mahmud’a belli etmemeliydi. Adımlarını tekrar hızlandırması bu sebeptendi. Yine geride kalmıştı Mahmud. Ali Atâ’nın ani süratinin sebebini hesaplamak, Mahmud’u daha da yavaşlattı. Orta yaşını geçeli bir iki sene olmuş adamın birden değişir görünmesi, ona dokunmuştu. Şaşırsa da vaziyet buydu.
İçinde birikenleri gidermenin yolunun, Ali Atâ’yla konuşmadan geçtiğini iyi biliyordu. Tedirginliği terk edip adımlarını açması, Ali Atâ’ya yetişme isteğinden kaynaklanıyordu. Ter içinde kaldıysa da nihayet aynı hizaya gelmeyi başardı. Ali Atâ’nın kolundan babacan bir tavırla tutup durdurdu onu. Sâkinleştirme niyetini anlatan bir sesle: “Sanki kaçıyorsun sen…” dedi.
Mahmud, gözlerini sürgün evlerine ait pencerelerde yakılmış “idara” ve mum ışıklarına dikmişti. Elinde olmayan bir itelemeyle mırıldanır gibi: “Bana benzedin tıpkı.” dedi. Bu dediğine Ali Atâ gibi, o da şaşırmıştı. Çekingen ruh hâlinden, bir an için kurtulmuştu demek.
Zümrüt yeşili gözleri kısıldı Ali Atâ’nın, Mahmud’un karanlıkla gölgelenmiş yüzüne anlamaz bakışlarını yolladı. Her halükârda bu karşılığa içten içe memnun olmuş, genç adamın kalbinde boy veren ümit melteminin boraya dönmeye yüz tuttuğunu anlamıştı. Sezemediği ise kendisinin hangi hisse esir olup da cevap veremediğiydi, bu yüzden biteviye susuyordu. Belki de gönlündekileri dengelemeye uğraşıyordu. Sessizliğin, haddinden fazla uzadığını fark eder etmez derince nefeslendi. Hayret etmiş sesiyle sordu: “Bana mı benzedin dedin?”
Mahmud söylediğini inkâr edemezdi, ok yaydan fırlamıştı bir defa. Hem bir “ricata” gerek de yoktu: “Evet” dedi; “benden kaçıyormuş gibi birden süratlendin de.”
Ali Atâ, söylemek istediğinin vakit ve saatinin çattığını kavramıştı. Şöyle bir dikleşti, eğik belini düzeltti. Boyu şimdi Mahmud’dan uzun olmuştu. Sesindeki şefkat ve anlayışlılık vakara dönmüştü.
“Yanlış dersin balam; kaçan ben değil sensin. Kaçıyorsun; durmadan, dinlenmeden. Ümit ediyorum ki farkında bile olmadan.” dedi tane tane. Durup nefeslendi, Mahmud’un bir cevabının olup olmadığını öğrenmek istedi. Karşılık alamayınca da konuşmasına devam etti:
“Lakaytlığa ve iç âlemine sığınarak kaçma yüreksizliğine sığınıyor, bunu bir yol, bir çare biliyor, bir maharet sanıyorsun.”
Mahmud vakit yatsıya koşarken, ancak kendisinin bileceği bir emniyetle burukça gülümsedi. “Neden kaçacakmışım ki?”
“Kendinden, asıl kişilik ve yapından. Kendini bütün sürgünlere bir başka göstermen, mesuliyetten kaçma isteğinden kaynaklanıyor. Yüreğindeki tırmanış, hürriyet ve yurt hasretini perdelemeye çalışıyorsun. Sahi, nedir senin derdin?”
Sözlerinin burasında, Mahmud’un omuzlarına elleriyle bastırdı, yanına çömelip ekledi: “İçinde iki Mahmud yaşıyor senin. İki benliğe sahipsin. Kader’in bizce merhametsiz, ama aslında hayrımıza olan çizgileri irâdeni törpülemiş, çelik bir kafese hapsetmiş seni. İşte onları birbiriyle telif edemiyor, tek kişiliğe düşürmek için ne yapacağını bilemiyor, tereddüt içinde bocalıyor, zikzaklar çiziyor ve gelgitler yaşıyorsun.”
Mahmud ani bir hareketle doğrulmak, eve gitmek istedi ama Ali Atâ kolundan tutup yerinde sabitledi onu, devam etti: “O hâl bir çâre değil, tam tersine kimsesizlik beyabanıdır balam; yutucu bir bataklıktır. Bu vurdumduymazlığa dalmayı, anlamazlıktan gelmeyi ve ondan medet ummayı sürekli mazur görmek mümkün değil. Çoklarını bilmem ama bana, bütün bu hâlleri yutturamıyor, benliğinin ip uçlarını gizleyemiyorsun!”
Mahmud dinledikçe renk değiştiriyor, kaşları daha fazla geriliyor, alnındaki çizgiler derinleşiyordu. Karanlığa ve Ali Atâ’ya karşı çatılan kaşları söylenenlerin beynine kazınmasına engel olmuyordu. Depreşen, yenilenen, kendini arayan yüreği, yüz hatlarındaki mânasızlığı, kayıtsızlığı ve donukluğu bir çırpıda silmişti. Sesinin titrekliği, duyduklarını tasdik ifadesiydi:
“Ben eve gidiyorum artık.” dedi. “Bundan böyle seni dinlemek istemiyorum. Sözlerin tedirgin ediyor ruhumu. Gördüğün gibi ben böyleyim. Hakkımdaki fikirlerin ilgilendirmiyor beni.”
Ayakları bu siteminin ardından, yaşadıkları kulübeyi hedefleyerek mesafeleri adımlamaya başladı. Ali Atâ da çömeldiği yerden doğrulmuş, peşisıra ivme arttırıyordu. Kulübeye tırmanan yokuş başında yetişti ona, konuşulanları yok sayarcasına koluna girdi. Mahmud’un itirazını duymamış gibi davranmalıydı. Sesi canlı, sarıcı ve ümitli idi. Onun cevaplarına hiç aldırmamalı, hatta samimiliğini daha da arttırmalıydı.
“Sana ne için benzediğimi merak etmedin mi hiç?”
Mahmud’u bir düşünce esintisi yokladı. Ürperdi yine, yavaşlaması bu yüzdendi. Başını sertçe çevirirken: “Sen de bir acayipsin ağam,” dedi; “önce bana benzemediğini dedin, şimdi ise tam tersini söylersin. Maksadının ne olduğunu kavramamakta haksız değilim.”
Başı yere eğik ve söylenmeye pek benzer ifadeyi, Ali Atâ’ya değil, hayalî birine der gibiydi. Yaşlılık sınırındaki adam gün görmüştü, hâlden anlamayı biliyordu. Hemen cevap vermeden önce, ince eleyip sık dokuması gerektiğine inandı. Bir anlığına daldı, üslubunu rendeledi.
“En iyisi bırakalım bunları. Senin yaşındayken tanıdığım bir büyüğü; bir Osmanlı’yı hatırladım. Garipleşmem, kaçar gibi yürüyüşüm, kendime dargın hâlim biraz da o hatırlayıştan uzak bir hayat yaşamamdan.”
Bu karşılıkta biraz da hüzün vardı. Mahmud anladı onu. Bu davranışı dahi Mahmud’un ruhundaki alâka meşâlesinin tutuşmaya başladığının deliliydi. Üsteleyen soruda sarıcı bir yan da vardı: “Ali Atâ’m; yoksa onun hatırasından mı ürktün?”
Ali Atâ başını indirdi: “Ne yalan söyleyeyim, dediğin doğru gibi. Sen kendinden kaçarsın oğul, bense O’nun izinden gidip milleti uyandıramamaktan. Bu hâl, hicap kuyularına atar beni, geçen günlerime pişman olmak…”
Bu esnada yokuşu tüketmişlerdi. Yeni başlayan rüzgâr tenlerini ürpertmedeydi. Bulutlar gökteki pırlanta sağanağı yıldızları bir bir kapatıyordu. Ali Atâ yıldızlara baktı, onları an an örten bulutların hiçbirini yağmur bulutuna benzetemedi. Gök daha çok, üstlerine kar tanelerini boca edecek gibi duruyordu, sisi andırır görünüşe sahiptiler.