Çok zamandır çeşitli canip ve vasıtalar ile bazı dostlardan, gündemdeki Bediüzzaman Said Nursi Hazreterinin (RH)ın “seyyidliği” ya da “şerifliği” mevzuunu sorunca hem hafızamı yokladım, hem de düşündüm.
Hafızamı o kadar yoklamama rağmen Üstad Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatı’nın hiçbir yerinde “seyyidliği” ile alâkalı olarak “kıyl u kal” etmemesine rağmen, “dost” ya da “talebe” olduklarını dillendiren zevâtın O’na muhalif olarak bu tavırlarını anlamada hakikaten zorlanıyorum.
Yanlış anlaşılmasın. Üstad Risalelerinin hiçbir yerinde “Ben seyidim-şerifim!” demediği halde O’nun hem seyyidliğe, hem de şerifliğe layık olduğuna inanıyor, bunun “mümkün” olduğunu da biliyorum.
Mümkündür; araştırmalarımdan biliyorum ki “bu vatan ahalisi” tarih boyunca pek çok “muhaceret”lere uğramış, bir mozaik ya da gergefli bir yapı göstermiştir. Osmanlı’nın mânevi mimarı “ Edebali Hazretleri” aslında seyyid iken “sun’i” şecerelerle Türk asıllı diye takdim edilmiş, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi (RH) ise “şerif” iken yine Türk diye sunulmuş, “yalan söyleyen tarih utansın ” itabına mazhar olunmuştur.
Ya bölgem Güneydoğu?.. Pek çok aşiret – mesela Şeyhanlı- aslında “seyyid” ya da “şerif” olmasına rağmen, yaşlıları “Kürtçe”den başka bir dil bilmezler. “Karakeçili” aşireti de “Kürt” olarak bilinmesine rağmen , ıv. Murad tarafından Bağdat Seferi sırasında, bölgenin Şii tasallutundan kurtarılması için buraya yerleştirilmiş bir Türk boyudur.
“Hakiki Nur Şakirtleri de manevi ehl-i beytten sayılabildik.” ( Emirdağ Lahikası, cilt 1)
Üstad’ın “telifatındaki” (yani “kelam namustur” fehvasınca Hazret’in tek bağlayıcısı durumundaki eserlerinde) bulunan “seyyidlikle alâkalı” müsbet görüş sadece bu ifadedir.
Muhakemat’ta fıkhi mütearife var:
“ …….Seyyid olmayanın seyidim demesi caiz olmadığı gibi seyyid olanın (bunu) inkarı da caiz değilken…”
Üstad’ın bu ifadeleri çok zaman zihnimi meşgul etmiştir. Bu satırların fıkhi kaynağını çok aradım. “ Kur’an’dan sonra bütün ulema-i İslam’ın en mutemed kitab kabul ettikleri Sahih-i Buhari”( Mektubat, 19. Mektup) nevinden bir eserde hakikatı destekleyici bazı Hadis’ler bulmama rağmen, “mütearife”ye “motamot” uymuyordu.
“ Kendi nesebin gizleyen ( başka Hadis: kendini başka birine isnat eden) kişi haramzadedir” (Evkamekal)
Ne zaman ki “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” itikadı yazarlarından alim-muhaddis Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin “Zübdetü’l-Akaid ve Nuhbetü’l-Fevaid” eserindeki itikad esaslarını görünce tam mütmain oldum.
" Bir kimsenin kendisinin neseben ehl-i beytten olduğunu gizlemesi gibi kat’i bildiği halde açıklamaması da sünnet akaidine zıttır.” ( Sadeleştirilmiştir.)
Bu “ehl-i sünnet ve’l- cemaat itikad (inanç-iman) düsturuna göre, Üstad Hazretleri’nin Münazarat’ın Maruzat’ında “mâruf bir sülaleye mensup olmadığını” buyurması, Afyon mahkeme ve savcısına kendilerinin neseben değil, mânen ehl-i beytten “sayıl-abil-diğini” (Türkçe kaidelerine göre –ebil- birleşik fiilinin ne mânaya geldiği malumdur) beyan buyurmasını değişik şekillerde “te’vil” etmek mümkün müdür?
Hele şu satırlar?
“Dördüncüsü: İslâmiyetle eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, frenklik mânâsında Türkçülük namıyla, tahrifdârâne ve bid’akârâne bir fetvâ ile ‘Türkçe kamet et’ diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet, hakikî Türklere pek hakikî dostâne ve uhuvvetkârâne münasebettar olduğum hâlde, böyle sizin gibi frenkmeşreplerin Türkçülüğüyle hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanunla? Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usul-ü vahşiyâne olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!” (Mektubat, Es’ille-i Sitte) şeklindeki beyanı zıt bir şekilde “indi tevilata” girmek “sadakat” umdesini çiğnemek olmuyor mu?
Bence şu nokta da mühim: Hatıra’nın edebiyat –ya da belağat- ilmindeki “tanımı” şudur elbet. “Edebiyat sahasının en yaygın türlerinden biridir. Bu türde verilen eserlerin çok değişik sahalarda oluşu, ona belli bir sınır çizme imkânını zorlaştırır. Anıların önde gelen özelliği, yazarının hayatının belli bir kesitini alması ve çok sonra yazıya dökülmesidir.” (www.türkçeciler.com) En mühim hususiyeti ise “ Geçmiş birinci kişinin ağzından kişisel yargılar ve yorumlarla veril”mesidir. Yani aradan zaman geçtiğinden dolayı tarihe tam bir “belge” değil, belli bir zaviyeden bakmaya fırsat tanıması ve “kurgusal” ifadelerin – ya da seçkinci- BULUNABİLECEĞİDİR.
Demek ki hiçbir hatıra, bir “ilmi” eserden daha açıklayıcı olamaz.( Hülefa-i Raşid ve Sahabe-i Kiram Hazeratının (“RA” Ecmain) ehadisi müstesna.) Üstad’ın tabiriyle onların beyanları “nüsustur, hile ve şüphe giremez.” (İçtihad ve Sahabeler bahsi) Yani bazı “muhterem” insanların “ehass-ı havassı” olan kişilerin hatıraları, Sahabe ifadeleri gibi “nass” sayılamaz.
Bazı ZATLARIN seyyit veya şerifliği SADECE VE SADECE kimi hatıralara dayandırılıyor. Böylesi bir ilmi sebepten dolayı itibar etmeyenlere yabani gözüyle bakılmasına ne ad vereceğimi bilmiyorum. Vicdansızlık mı, uhuvveti zayıflatma marazı mı?