“Doğu Anadolu” denince aklıma gelen iki isim: Ahmed-i Hânî ve Bediüzzaman Said Nursi. Birincisinin türbesini görmek nasip oldu, ikincisinin de mezarının neden kayıp olduğunun izahı. (Nur Üstad kitabımda...)
Ahmed-i Hânî Hazretlerinin türbesi – malum- Doğubayezıd’da. İlk ve yegâne ziyaretimde türbesinin hali içler acısıydı. Yol arkadaşıma şöyle dediğimi hatırlıyorum.
“ Böyle bir zâta bu yapılır mı?..”
Ağzımda gayr-ı ihtiyari çıkan bu cümle, gerçi hakikatı ifade etmiyordu; “ ebedî alemin mukaddimesi” olan “berzah seyahatı”na çıkanlar için dünyadaki “kalıntı” mânasındaki mezar yerinin bir ehemmiyeti yoktu. Risaleler’den, bu yerin “denizin dibi” bile olsa mü’min için fark ettirici bir hal olmadığını öğrenmiştim. Fakat “hiss-i zahiri” denen sathi bakışım yine de incinmişti.
Muhatabımın buna cevap vermemesinden bu mânaları onun da düşündüğünü anladım. O sıralar, bana Üstad’la Ahmed-i Hani Hazretlerinin mânevi irtibatını anlatmakla meşguldü.
– Üstad’ın Resulullah (asm)den ilim talebinde bulunduğu rüyası bilinir. Bu rüya üzerine ilim tahsiline kaldığı yerden devam etmek ister. Doğubayezıd’a gelir. Burada gündüzleri Şeyh Muhammed Celali’den ders alırken, geceleri ünlü Kürt Alim ve Edibi Ahmed-i Hânî’nin (Rahmetullahi Aleyh) gündüz bile havf ile girilen Kubbe-i Saadetine kapanır, gece de orda kalırdı. Buna binaen halk arasında Üstad için Ahmed-i Hâni hazretlerinin feyzine mahzar olmuştur deniliyordu.
Sadece o zatın mı feyzine ayna olmuştu Üstad? Hepsine birden “ Üstadlarımdan…” buyurduğu Abdulkadir Geylani, Mevlâna Celaleddin-i Rumi, İmam-ı Rabbâni, İmam-ı Gazâli…
Hatırlayınca yine tebessüm isteğiyle doldum. İskele Çarşısı’nda bir terzi dükkanındayım. Yeni gelen gencin telaşlı ve ırkçılık kokan sözlerine karşı, övündüğü Kürd ırkının Ahmad-i Hânî Hazretleri gibi ne İslam Âlimleri, Selahaddin-i Eyyubiler gibi ne İslam kahramanları çıkardığını söyleyince gencin açılan gözlerine karşı sadece tebessüm ettim.
-Ne diyorsun Hoca’m. Bize bunları hiç anlatmadılar. Demirci Kava varmış, şu varmış, bu varmış. Hem bizim İslam’la bir alakamız da yokmuş.
Bu şekilde hususi cahil bırakmaların sadece çok azınlık bir gruba ait olduğunu izahla iktifa etmiştim yalnız, çok uzun izaha konjoktür müsait değildi o gün. Keşke o gençle bugün tekrar görüşebilseydim diye hayıflandığım çok olur.
Halbuki sadece bir tek âlim ve şair olan Ahmed-i Hânî Hazretlerinin hayatı, Üstad Bediüzzaman (RA)’ın tabiriyle , “ Dörtbuçuk asırdan beri vahdet-i İslamiye ( İslam Birliği)nin fedakar ve cesur hadim ve tarafdarı olarak yaşamış ve dinî an’anesine sadakati gaye-i hayat bilmiş ( hayat gayesi kabul etmiş) olan Kürdler”i ( Makaleler, Asar-ı Bedi’iyye) anlamak için ne büyük aynadır; bir endam aynası…
1651’de doğmuş, 1707’de vefat etmiştir. Mem ü Zin adlı meşhur eserin yazarıdır. Kürtlerin ünlü şair ve mutasavvıfıdır, din alimidir.. Eserlerini manzum şekilde kaleme almıştır. Eserlerinde, devrin sıkıntılarını ve sahipsizliklerini dile getirmiştir. Risale-i Nurda, “Kürtlerin edib dahîlerinden Molla Ahmed Hani” (Tarihçe-i Hayat, s. 32) şeklinde kendisinden söz edilmektedir.
Hânî, yörenin önemli müsbet ve dini ilimler merkezlerinden olan Cizre’de bulunduğu sıralarda meşhur eseri Mem ü Zin’i kaleme aldı. Kürtçe olarak kaleme aldığı eserlerinde dini konulara ağırlık verdi. Uluhiyet ve varlık konularını işledi. Ahlak, sosyal ve kültürel konularla ilgili görüşlerini şiirleriyle dile getirdi. Sünni akidesine bağlı olup, bu çerçevede kainatın yaratılışı, insanlara yüklenmiş bulunan vazifelerin üzerinde durdu.
Hânî, veli zat olarak kabul görüp, Şeyh Ahmed-i Hânî olarak ün yaptı. Tasavvufta önemli bir mertebeye sahip olup, sadece İlahi aşkla ve günahlardan sakınılarak tam mânasıyla güzel vasıflara sahip olunabileceğini belirtti. Şiirlerinde işlediği tema ve vurguladığı konulardan dolayı Mevlana ve Molla Caminin etkisinde kaldığı ileri sürülmektedir.
Tasavvufla olduğu kadar insanların problemleriyle de ilgilendi ve onlarla içiçe yaşadı. Toplumda yaşanan sıkıntılar ve halkın sahipsizliğinden yakındı. Bu sıkıntılardan kurtulmanın yolu olarak; içtimai dayanışma, bilgilenme ve yardımlaşmayı teklif etti. Kendi üzerine düşeni yapmak için gayret sarf etti. İlim ve hikmetin maddiyattan önce gelmesi gerektiğini vurgulayarak, insanların bundaki zaafına dikkat çekti.
Doğubeyazıtta bulunduğu sıralarda Şii alimlerle ilmi münazaralara girdi. Şia alimleri Sünni alimleri dini konularda mağlup edip, Şiiliği yaymak maksadıyla İran’dan Doğu Anadoluya gelmişlerdi. İşe Doğubeyazıttan başladıkları için Ahmed Hânî ile ilmi sohbete başladılar. Ehl-i Sünnet mezhebinin hak ve doğru olduğunu, kendilerinin yanlış ve batıl inançlara sahip olduklarını görerek mağlup oldular. Bunun üzerine umduklarını bulamayarak İrana geri döndüler.
Halk arasında veli zat olarak kabul edilen Hânî, bir çok kişinin kurtuluşuna vesile oldu. Onun nasihatleri ile bir çok kişi kötü alışkanlıklarından ve yanlış yoldan döndüler Risale-i Nurda kendisi için; edip dahilerden Molla Ahmed (Tarihçe-i Hayat, s. 32), Şeyh Ahmed (Münazarat, s. 105), meşhur Şeyh Ahmed (Kastamonu Lahikası, s. 186) ifadeleri kullanılmıştır. Abdulkadir Badıllı tarafından kaleme alınan “Bediüzzaman Said-i Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı” adlı eserde Hânî; “edip, şair, hamiyet-perver, Resulullaha aşık bir zat” (I. Cilt, s. 94) olarak tanıtılmaktadır.
Hânî, ömrünün son yıllarını Doğubeyazıtta geçirdi ve 1707 yılında burada vefat etti. Halen ziyaretgah olarak kullanılan türbesi İshak Paşa Sarayının yakınında bulunmaktadır. Bediüzzamanın çocukluk devresi anlatılırken Hânî ve türbesi ile ilgili olarak ilginç bilgiler aktarılmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri 14-15 yaşlarında iken ,bir ara Doğubeyazıta giderek bir süre orada kaldı. Gündüzleri medresede kalır, gecelerini ise Haninin türbesinde geçirirdi. Gündüzleri bile girilmeye korkulan türbede gecelerini geçirmesi, halkın dikkatinden kaçmadı. Bundan dolayı halk arasında Bediüzzaman için, “Ahmed Hani Hazretlerinin feyzine mazhar olmuştur” denmeye başlandı. (Tarihçe-i Hayat, s. 32)
En meşhur eseri Mem ü Zin’in dışında kaleme aldığı eserlerine dikkatli bakış bile, onun ilim seviyesini aşikar edecektir.
Çarkoşe; aşk, ayrılık ve kavuşma temaları dört ayrı dilde kaleme alınmıştır. Rubailerden oluşan eserin her bir mısrası Arapça, Türkçe, Kürtçe ve Farsça olarak ayrı ayrı yazılmıştır.
Nûbahârâ Pıçûkân; Arapça-Kürtçe manzum sözlüktür. Giriş kısmında Kuran-ı Kerimi bitiren çocuklara yönelik olarak sarf ve nahiv konularına yer verilmektedir. Eser on üç bölüm olarak kaleme alınmıştır. Bu eserin muhtelif zaman ve yerlerde basıldığı gibi şerhi de yapılmıştır.
Akidâ İmânı; iman esaslarını tamamen Sünni görüş çerçevesinde ele almaktadır. Eser seksen beyitten oluşmaktadır. Cenab-ı Hakkın sıfatları, dua, nübüvvet, tevhid, şefaat, kıyamet ve ahiret gibi konular işlenmiştir.
Sözü edilen eserler dışında Akîdâ İslâmı, Yûsuf u Zeliha adlı eserlerin de kendisi tarafından kaleme alındığı iddia edilmektedir. Ancak, söz konusu eserlerin kendisine ait olup olmadığı konusu henüz kesinlik kazanmamıştır.
“Ehl-i Sünnet Ve Cemaat olan ehl-i hak” ( Lemalar, 23) ifadesinden de anlaşıldığı gibi, Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin “ehl-i hak” tâbirini sadece “ ehl-i sünnet”e münhasır kılmasında, “feyzine erdiği” söylenen Ahmed-i Hânî gibi alimlerin eserlerinin büyük payı bulunduğu anlaşılıyor.