Vazife verildiğinde Sayın Bay oldukça gerilmişti.
“Acaba bile bile timsah yuvasına mı yollanıyorum?” diye acayip endişelendi.
“Sönmüş Gün”den ayrılırken bir yandan sevinçliydi de…
Zira bu devirde iş “aslan”ın ağzındaydı. Mezun olduğu fakülte diploması ise, bu hususta ümit vermeyen bir “üfürükten teyyare” idi.
Gösterilen iş imkanı karşısında bu “vazife”nin yapılması şart koşulmuştu "kripto" organizasyonca.
Bir plan yapmalı, bir yol haritası çizmeden harekete geçmemeliydi.
En evvel bir zemin yoklaması yapmalıydı.
Baba işyerine varınca yollandığı mekana telefon açtı. Atanır “göründüğü” müessese müdürünü aramalıydı önce…
Hani bir başkası “tayin” edilecekken araya girilip, “Eğer Yahşıkaya müdür olursa buraya, bizim siyasi ve ekonomik olarak bittiğimizin resmidir.” denilerek “Genel Sekreter”e baskıyla değiştirilen “müdür”…
Telefon etmeden önce aklına o meşhur fıkra gelince sırıttı. Hani birileri o işe talip olacakken yaptığı baskıyla “müdür” seçilen vücut organı vardı ya…
“Neyse şimdi bu muziplikleri hatırlama zamanı değil.” diye düşünüp kıs kıs güldü yine.
Telefondaki öyle bir nezaket gösterisi içinde ki, zannedersin kırıtıyor.
daire bile aldırdık. Size gelip işi hal yoluna koyup Organizasyon (!) Planını tatbik etmenize kaldı.
“O büyük çalışma hareketini, asliyetine döndürmek isteyenler ilmen ve çevreye tesir bakımından güçlü değiller mi peki?”
“Öyle öyle ama ellerimizde ise karşımızdakilerin safiyetini ve herkesi kendileri gibi kabul ettiklerini bilme gibi bir silah var. Diğer noktaları ise buraya varınca konuşur, karara bağlarız.”
*
Bir yaz gününde vardı vazife mahalline…
Müdür’ün tavsiyesi “çerez” nevinden bir teferruattı sadece. O “dam”ını çoktan kurmuş; daha doğrusu “İspanyol Siyaseti”nin (Bizans entrikalarından da beter halin) hakim olduğu şehirden gelirken yolda kurmuştu.
İlk başta bir yerlere değil, çok çok bağımsız ve “sadece ve sadece” büyük kaynağa bağlı bir kişi gibi görünmeliydi.
Ardından, çevreye hakim insanları “elimine” edecek “her türlü” insanı o dairelerdeki sohbetlere “türlü gaz” ve poli-tika (çokyüzlülük) ile cerbeze silahını kullanarak çekmeliydi.
Daha sonra mı?
O insanların -herkeste bulunan, zaten insanlık cihetiyle bulunması gerkli hatalarını cerbezeyle sanki o anda işlemiş gibi “başka başka” ağızlardan yayarak haysiyet cellatlığı yapmalı, eğer bu yetmezse de iftira cihetine sapmalı; bunu da yine “suret-i hak”tan görünen maşalarla yapmalı, elini yakmamalıydı.
Başka?..
“Onların safiyetinden istifadeyle, benimle aynı kanattaymışlar zannettirip çevreyi aleyhlerine geçirmek…”
Hedefine ulaşmak için kendine tanıdığı müddet iki yıldı ama hem “elimine” etmek istediği insanların çetin ceviz çıkması, hem de iradesi dışında gelişen hadiselerle birilerinin makyajının bozulması…
“28 Şubat’taki gazetede savunduğumuz kişi ve partinin duruşu ipliğimiz pazara serince bir şey olmamış gibi davranmak en iyisi…” dedi içinden.
Böylece ağırdan alma taktiğine geçti. 2002’de milletin kahir ekseriyetince tek başına “demokrat” manasındaki millî ve müspet iktidar başa geçince daha beter indi derinlere…
Ta ki 17 Aralık öncesi krizlerle milli iktidara cephe açan grupça yönlendirilen Merkez Komite’den “harekete geç” emrini alıncaya kadar…
Zaten bu emirden beş altı yıl öncesinden de, bağlı olduğu “Komite” başı olan bir büyüğün yakınının ölümünde parmağı olduğu görülen bir “menfi grup”la artık uğraşmama emrini alınca ikinci bir safhaya geçti…
“Madem kimi görüşlerimizi paylaşmıyorsunuz, o zaman bizi bırakın, müesseseye çekilelim.” diye açmıştı perdeyi…
Aleyhine “ihlasla” lobi yaptığı halde çalışma grubunun “sekreteryasına” seçilen insan,
“Yok birader…” dedi. “Sizin bizimle aynı kanaatı paylaşma mecburiyetiniz yok ki… Eğer öyle olsaydı, o yapı camia değil, cemiyet olurdu. Ama biz cemiyet değiliz! Hem hiç kimse bir başkasını çalışmadan alıkoyamaz, buna hakkı yoktur.”
Geçende o “sekreterya” vazifelisine -tabii 12 yıl öceki- rastladım. Hoşbeşten sonra söz eskilere vardı.
“Biliyor musun,” dedi. “Şimdilik galip görünmelerine sebep işte o masumca tavrımdır. Bilmiyorum, bu belki de herkesi kendim gibi bilmemdendir. İnsanlar bir defa aldatılabilir ama her zaman aldatılamaz. Tabii ki en azından vicdan, asli olarak da İMAN kalmışsa…”
Mehmet Nuri BİNGÖL