Öğle güneşi ortalığı şakır şakır yıkıyordu. Işık oklarını pancur aralıklarından içeriye yolluyor, açık olanlarından ise yılkı atı gibi heyecanla dalıyordu odaya, hasta karyolasının başucuna iri yağmur damlası hızıyla düşüyordu.
Karyolaya bakarak oturmuş dertli gözlerin sahibi iki büklümdü, olacağı düşünerek arada bir iç çekiyor, ezberindeki “Yasin-i Şerif”i hastaya sezdirmeyerek yürekten okuyor, dudakları kımıldıyordu.
Şen şakrak sesleri duyulan çocukların susturulmamasına bir mim koydu başörtüsünü düzeltirken.
“Bari bu gün...” diye hayıflandı.
Hem kendisi hem yataktaki hasta annesi için çok hissin “simgesi” olan yediveren asmada olgunlaşmamış üzümler salınıyordu. Göz ve gönüllere bin bir gönül hamulesi bırakıyordu bu durum.
“Yöremizde koruk denen olgunlaşmamış üzümler mayhoş bir tada sahip.” dedi içinden.
Sekerat anına doğru bir zaman çelenginin “tekerlenmesi” gibi koşarca giden hastayı hiç düşünmeden, bir kaç kadın işçi büyük odanın önünü süsleyen asmadan “üç ayak” merdivenle koruk kesiyordu. Böylesi bir hengâmede “koruk şurubu” yapmayı düşünmek, o işçileri ayarlayan kimselerdeki “insan yüceliğine” verdikleri değer ve yüreklerindeki kıymet hükmünü bedihi olarak açığa vuruyordu.
Belki de ömrünün son demlerini yaşayan hasta yumuk gözlerini büyük bir gayretle araladı. Avludan gelen cıvıldaşmaları dinledi bir müddet. Başucundaki büyük kızının memnuniyet tebessümüne dalgın bakışıyla karşılık verdikten sonra hafif bir sesle:
“Bilir misin kızım,” dedi; “onu kendi ellerimle dikmiştim...”
İçinde ampul ışığı varmış gibi işaret parmağıyla dalları açık pencereden içeri sarkmış asmayı göseriyordu.
“Hatırlamaktayım.” dedi başucundaki.
“Ne mutlu bana ki şimdi bile faydalandıkları bir şey bıraktım onlara. İstediğim sadece birazcık hürmet.”
Bilinmez bir sükût girdabının dibinde durakladı sonra, birkaç fikir kırıntısı yokuş çıkan bir pirifaninin nefes nefese kalışı gibi zihninde örülürken eseflenebildi nihayet.
“Bari bugün...”
Yanında oturup içinden Yasini Şerif’in “...veileyhi türca’un” kelimelerini tekrarlayan orta yaşlı kızı, “Bugüne ne olmuş ki ana?” dedi söyledi belli belirsiz. “Bugün de Allah’ın öbür günleri gibi bir vakit işte. İyileşip ayaklandığında şükürle hatırlayacağın günlerden biri.”
“Dediğine sen bile inanmıyorsun canım kızım.” diye zorlanarak bir gülücük yolladı ona. Bir şeyler söylemek için dudaklarını tekrar araladı, vehmî bir zihin esintisiyle derince nefeslendi. Yürekten geçirdikleri imanını açığa vuran tevhit kelimeleri ve selavatlardı.
Her şeye rağmen yaşamanın o lezzetini taşıyan işçi, çocuk, kumru cıvıldaşmaları ince uzun avluda dolanıyor, duvarlardan sekip ta kulaklarına varıyor, bu da yetmişini aşmış hastayı muzdarip ediyordu.
“Yıldız için şurup yapımı tamamlandı. Sırada Şahap’inki var.”
“Şu koruklara da bakın hele, maşallah diyeyim de...”
“Hemi de sulu sulu, taneleri koskocaman.”
“Yediveren bu bacım, adı üstünde...”
“Odun tükendi; ocak sönmek üzere, yakacak yollayın.”
“ Şurubu şişeleyeceğimiz kaplar nerede?”
“ Şeker de gerekir yeni şurup kurarken...”
“Şekerin nerede olduğunu ben nereden bileyim. Havva ananızın evden haberi olmaz. Keşke büyükhanıma sorabilseydik yerini...”
“Ama o da hasta yatağında.”
Diğer işçi zihninden tamamladı cümleyi. “Belki de ölüm döşeğindedir. Havva Hanım’a da gün doğuyor yani.”
Sual eden işçiye büyük torun, “Ben biliyorum yerini” dedi. “Anneannemi rahatsız etmeyin. Kilerde, hemen kapı yanındaki haralda.”
Avludaki bütün başlar ikinci kat da sayılabilecek “tabaka”dan yazlığa çıkmış seslenen Havva Hanım’ın sesiyle dikkat kesildiler.
“Ne zamandan beri kapı vuruluyor, birbirinizle çene yarıştırıyorsunuz siz. Dantelimi bırakıp aşağı ben mi ineyim?”
Otoriter sesin kıpırdatmasıyla köşeye çökerek avludakileri seyre dalmış olan erkek çocuğu uyuşuk uyuşuk yerinden doğruldu. Uykudan uyandırılmış bir kedi gibi gerindi, üzerine konmuş çok sayıdaki sineği kovduktan sonra terliklerini taş döşemede sürüye sürüye kapıya doğru gitti.
“Kimdir yavrum?” diye soran Havva Hanım’dı.
***
“Annem nasıl ağabey? Düne göre daha sağlıklı değil mi?”
Evin büyük oğlu Doktor, biraz da inanmadan temenni rengine boyayarak yöneltilen soruyu duymamazlıktan geldi. Annesinin sırtından ayırdığı dinleme cihazını masa üzerine bıraktı:
“Her zamanki gibi işte. Bir değişiklik yok.” dedi.
“Kalbi zayıf, bilmektesin. Asıl korkum kalbiyle ilgili...”
“Bu sırada onu yatağa atan maraz, o değil böbrek yetmezliği...
“Maraz” kelimesini yersiz bir gülücüğe sardıktan sonra pencereden sarkan seslere takıldı. Eğilip dışarı baktı, avludan geçerken telaşlı olduğundan çevresiyle ilgilenememişti.
Avludaki uğraşa takılınca gözleri “beterin” cinsinden sertleşti.
“Annem ölüm döşeğinde, bunların işine bak. Başka zaman neyse de. Kişilerdeki bu izansızlığı ne yapacağız bilmem ki.”
“Nihayetinde iş geri kalamaz ki ağabey, koruklar olgunlaşacak bir iki gün sonra.”
“Yine de bir evlat olarak bu yapılanı hürmetsizlik görmekteyim.”
Emel Hanım ağabeyi doktora başını yaklaştırdı, sesi sanki dışarıdan duyulabilirmiş gibi perdesini indirdi:
“İdare edeceğiz artık, bundan gayrı elimizden ne gelir?”
Yattığı yerden seslenen annesine baktı, doğrulmak istiyordu.
“Uzanırsan rahat edersin anne.”
“Rahatlık için değil isteğim, rahatça konuşmak için. Beni doğrultun.” dedi titrek sesiyle.
Kızına belli belirsiz göz atarak dudakları kesik kesik kımıldandı. Sanki bir şeyler doğmuştu içine.
“Kalkıp mutfağı, kileri ve sonra da odamı temizleyip devşirmelisin,” dedi kırık dökük; “avludakilere bir şey belli etme, anlamazlar. Ne olur ne olmaz.”
Evin doktor oğlu araya girdi, biraz da kasvetli havayı dağıtmak için:
“Madem mutfağa gideceksin, şu şırıngayı da kaynat bizahmet. Annemin rahatlaması için iğne yapmalıyım.”
Yaşlı hasta elini ağır bir hareketle ret mânasında kaldırdı; bu hareket bile onu yormuş gibiydi, tekrara yatağa uzandı.
“Lüzum yok oğlum,” dedi. “Birazdan ısıtacaksınız zaten, boşuna çabalamayın.”
İki evladının da gözlerinde ani bir endişe... Korku ürpertileriyle beti benzi attı Emel Hanım’ın. Doktor’unsa bakışları ayak uçlarına indi. Annesinin an an sararan simasını görünce içindeki kuyuya dalacak gibi oldu.
Hasta kadın, kısa hengâmede gözlerini kapadı; zamanın nergiz çelengini şehadetle doldurmak için dudakları kıpır kıpırdı.
“Hadi.. Ha..di...” diye söylendi kızına yönelerek. “Yorulacaksın ama dediğim yerleri nizamla. Bu vaktimde hatırımı sayıp biraz yorulsan...”
Ortancala kızı isteksizce odadan ayrılırken gözleri bulutlanmış, nemlenmişti. İçinden hıçkırarak ağlamak da geliyor ama bunu annesinin duymasından çekindiğinden içine atıyordu.
Doktor annesiyle yalnız kalmıştı odada. Tekrar bir dinleyeyim sırtını diye düşünürken aniden yorganın içine doğru kaydı Ayşe Hanım.
Doktor’un “Aman anam!” deyişine koştu Emel Hanım. Annesinin hâlini görünce önce inanmak istemedi, vefatını anlayınca da dizleri üstüne çöktü, sicim gibi yaşlar boşaldı gözlerinden, ama sakince.
Acısını seslendirmemesiyle tanınırdı. Birileri ona “gamsız” lakabını takmış olsa da...
***
Kasaba’yı, doğu ve kuzeyden yeşillik baskınına uğramış bostanlardan en geniş toprağa sahip bir bahçede doğmuştu Ayşe Hanım. Babası “Hacemin Müslüm.”dü.
Muhitte Müslim -ya da “Müslüm”- isminin fazla görülmesi bir Emevi halifesinin “bölgeye” Mesleme’yi vali yapmasından sonra olmuştur. Halk örfü bu ismi Müslüm şekline çevirmiştir.
Küçük Ayşe’nin çocukluk ve gençlik yılları bahçede geçti elbet. Otlak ve dutluklarda, ipiri ve sulu meyveli narlıklarda, “heyirlik”lerde kendisine teslim edilen küçükbaşları güderdi. Bu işi ilk yaptığında daha küçüksün diye annesi onu salmak istemememişti engin sahraya. Ayak direyip koyunları gütme bahanesiyle evdeki büyüklerinin dedikodularını dinlemekten kurtulmuştu.
Ayşe’ler Kerkük göçmeni... Daha sonraları bir büyüğü, yazıp çizmeye de meraklı torununa:
“Aslında buraya yedi kuşak önce dedelerimizden tek kişi gelmiş oğlum.” demişti. “Kado derlermiş asıl adı Abdulkadir olan ilk babamıza. Kasaba ahalisini kayalıklara vurduğu balyozlarla uyandırırmış, taşçı imiş. Suriye üzerinden buraya gelirken diğer kardeşi orada kalmaya karar vermiş. Bayır mı, bucak mı, neresiyse oraya gitmek istiyormuş. Tek başına gelmiş o da.”
Taraça biçiminde basamaklı olan bostanın en geniş tarlasının ucunda durur, güneşin son ışıklarını önce pembeleştirip sonra da kızartıp bozarttığı bulutlara dalar giderdi.
Çoklarına pek garip gelen bir cömertliği vardı. Bahçeye bir fakirin geldiğini duymayagörsün bir, memnun yollayabilmek için herkesten önce o koşardı. Bir defasında muhtaç biri geldiği haber verildi, babası Müslüm Bey fakir için patlıcan toplamasını salık verdi. Birazdan Ayşe’nin, merkep üzerinde bir sele patlıcanla geldiğini görünce:
“İyi, iyi de...” demişti; “bu mehsim (masum) bunca balcanı sırtlayıp götüremez ki...”
***
Dinî değerleriyle uyuşmayan birine zoraki verildiğinden kendini kaybetmiş gibiydi. Ruhu donmuş, iradesini kaybetmişti. Sabahtan akşama kadar oturup etrafa garip gözlerle bakıyordu. Değil ev işlerini yapmak, bazen elbisesini giyinip saçlarını taramayı bile akıl edemiyordu.
Kasabanın küçük meydanına bakan evinde, evlendikten bir ay sonrasına kadar beyi giydirdi kendisini, saçlarını beyi taradı. Yemeklerini yaşlı kayınvalidesi yapıyor, banyosunda ona yardım ediyordu. Unutmadığı, ihmal etmediği tek husus; abdest almak, namaz kılmak, türlü dua ve surelerdi.
***
“Bir ikindi sonrasıydı. Avlıdaki asma altındaydım, sedire uzanmıştım bir ara, dalmışım. O yaşıma kadar böyle esrarlı ve manalı bir rüya gördüğümü hatırlamıyorum. Her taraf ışıl ışıldı, tek leke bile yoktu rüyamdaki mekânda.
“Şimdi avlusunda olduğum evimizi görüyordum. Yattığım peykeyi, avluyu, hatta göğü bile kuşatan havada mesteden bir koku vardı; güllaptandan fışkırır gibiydi, insanı mest ediyordu.
“Avlunun dibindeki kiler mağarasından ak libasa sarınmış biri çıktı. Uzandığım sedir peykeye yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı.
Ayakları yok gibiydi, avlu döşemesi üzerinde kayıyordu sanki; evin duvarları, asma, oda kapıları, mağara gibi o da parıltı saçıyordu etrafa.
“Yanıma varıp yüzüme sevecen gözlerini dikti, leçeğimle örtük başımı okşadı.
“Artık kalk kızım,”dedi. “ Çilen doldu nihayet. Emirlerini yerine getirmeyerek nankörlük yapma beyine, ne olursa olsun sen bununla mükellefsin Allah’a karşı. Nasıl yaşarsa yaşasın, imanı olduğu müddetçe ona karşı mesuliyetlerini yerine getir.”
Ayşe Hanım’ın daha sonra torunlarına, evlatlarına, beyine ve diğer dostlarına anlattığı rüyasınnı idrak ettiği andan itibaren aniden yerinden silkinir gibi doğruldu.
“İkinci kuşluk gelmiş, haspe zamanı...” düşüncesi onu mutfağa yolladı. Akşama aha ne kalmıştı. Ancak domatesli bulgur pilavı yetişebilirdi. Beyi ile kayınpederi birlikte girince apışıp kaldılar önce, ardından da sordu beyi:
“Avlu yıkanmış, mutfaktan da yemek kokusu geliyor. Annem evinde bildiğimce, senin annen mi uğradı yoksa?”
“ Evde yalnızdım bugün.”
“ Kim yaptı yemeği öyleyse, hâlin malum çünkü...”
“ Benden başka yapacak kimse yok ki.”
Gelini Ayşe’nin sorulanlara mantıklı cevaplar verdiğini görünce “Hacı Baba”nın:
“Hamdolsun Rabb’ime.” diye gözleri “ufaldı” birden. “Demek kızımız eski hâline döndü; şükürler Rabb’im.”
Kızı gibi benimsemişti onu.
***
“Cuma Pazarı” Meydanı’ndaki evleriini kiraya vermişlerdi.Tekrar dönüklerinde tayin yerlerinden, kasabaya tekrar geldiğinde beyi memur olarak içinde Tapu Dairesi Müdürü vardı.
Adam, “Ben kışlık odun kömür almıştım, şimdi çıkamamam.” deyince mecburen kız kardeşinin yanına indi.
Kendi evine geçmede sabırsızlanıyordu, hem döşek yünlerini de havlandırması lazımdı. Yabancı bir evde olmasına rağmen dama yünleri serdi. O anda bastıran bir yağmurla bir kısmı sokağa sürüklenince Ayşe Hanım’ın alnı karıştı. Bir odundan dolayı onu sokakta bırakan tapucunun şu an ne rahat olduğunu düşündü içinden; oldukça buruktu.
Ertesi gün birini yolladı eve bilgi almak için. Çocuk telaşla döndü.
“Sizin evinizin dış duvarında bir tabut dayalı...” dedi.
Öğle vakti gelen beyine söyledi bunu. Beyi Cuma Meydanı’nın yolunu tuttu.
Ve öğrendi. Tapu Müdürü bir kazada ölmüştü.
Aldığı odunlarla cenazesini yıkamak için su ısıtıyorlardı.
Tapu Müdürü’nün ailesini memleketlerine yollarken, aldıkları odun ve kömürün parasını verip o kış onlarla ısındılar.
Kayınpederi “Hacı Baba” derin derin düşündü:
“Boşuna dememişler. Alma malumun ahını, çıkar aheste aheste...”