Hayalimin kırılmaz zannedilen fanusu kimi vakit ürperir durur. Her zaman neşeli olması beklenen fağfur kâse bazen “çın çın” hıçkırabilir. Merak denilen şaşkın his cabası hem de.
O günkü hâliniz tam anlattığım gibiydi. Şaşırıp afallamıştınız ve hayalin kırılamaz sandığınız fanusu öyle bir çatlamıştı ki. Kalp denilen kâsenin inleyip sızlaması tereddüde itelemişti sizi.
Orada, oradaydınız. Baktınız, bir mekân ki dillere destan.
Taze söğüt dalları parıldayan suya kucak açmıştı. Ördek ses ve yüzüşleri mahzun suyun yüzünde mekik dokumaktaydı. “Tıp tıp” adım sesleri ve “pıtı pıtı” konuşmalar ördekçiği korkuttu, dikkate kaydırdı.
“Babam ne zaman gelecek?” dedi pıtı pıtı sesin sahibi. “Neden hiç aramıyor?”
Genç annenin bakracı utanır gibi suya gömüldü. Kadının dudaklarına kadar yükseldi çıkınca. Kana kana içerken de düşündü.
“Önce oğluma içirmeliydim ama nefis işte. O kadar susamışım ki…”
“Sen de içer misin yavrum?” diye sorarken sesi amma da müşfikti.
“İçmesine içerim de, önce söyle. Babam nerede benim?”
Cevap vermedi kadın, doğruldu, nehrin karşısına baktı, doğunun da doğusunda bir yerlerde harp oluyordu.
Şehadet parmağı ıslak gözlerinde dolaştı.
“Sen suyunu iç.” dedi. “Karnın aç mı?”
“Ama, evde yiyecek kalmadı dedin ya ana. Hem babam…”
Sessizlik örtüsü bütün varlığı sardı yine. Yalnız ördekçilkler, kurbağalar hâla “taganni”ye durmuştu.
“Hadi eve gidelim. Durmadan konuşman, sürekli sorman başımı ağrıtıyor artık.”
“Ya babamın da bir yeri ağrıyorsa?”
“Keşke, keşke…” diye düşündü Genç Anne. “Sadece yaşadığını, yaralı olduğunu bilsem yeterdi bana.”Çocuk, su şırıltısı sesiyle asılmadan yapamadı:
“Hani harbe gidiyor demiştin? Tez gelecek demiştin. Gideli o kadar çok oldu ki… Yoksa hiç mi gelmeyecek ana?”
Ses boğuldu tekrar, küçük dilini yuttu herkes. Her şey öylesine sustu, ördekler, kazlar, kurbağalar, rüzgâr,dalgacık ve kuşlar, bütün mahluk sustu yine.
Ya sen?
Gördüklerin, duydukların nefesini bile tıkamışa benzerdi. Sessizliğin suskun nağmeleri seni ta ne zamandan beri çepeçevre sarmamış mıydı?
Bir çocuksan eğer, her varlık sussa da duramaz, sorar sorarsın. Öğrenmeye öylesine açsındır. Âlem şekerci dükkânıdır sana; her şeyin konuşulması, açılması, deşilmesi gerekir. Ama sen gel de bunu büyüklere anlat bakalım.
Çocuk da anlatamadı. Yavaştan sızlanıverdi sadece. Sesi bir kuzu melemesini andırıyordu sanki.
“Dün ağlıyordun. Seni gizlice seyrettim, fark etmediğin için söyleniyordun. Keşke İsrail’e hücuma gitseydi.”dedin.
"Fazla gelme üstüme…” ikazı havayı böldü, suları ortasından ikiye yardı. Söğüt dalları acaba bunun için mi titredi, bunun için mi inledi? Devam etti çocuk:
“Ağlıyordun, gördüm bunu ben. Keşke gâvurla harbe gitseydi, keşke Yahudi üzerine gitseydi, dedin. Acaba sağ mı, dedin sonra. Sahi kimlerle vuruşmaya gitti ana?”
“Bir daha konuşursan, bak karışmam.” hitabıyla o dillere destan mekândan kaçar gibi hayalini çekmiş, tutunduğun muhayyile gediğinden aniden kopmuştun.
Fağfur kâse “çın çın” ötmüştü. Hayalin kırılmaz zannettiğin fanusu, az kalsın tuz buz olacaktı.
“Bu mu?” sualini -sahiden- neden sordun?
“Dünya dünya dedikleri bu mu?” sualini tekrar soracak mısın?
Oraya vardığında hayalin bir yara daha aldı. Gittiğine gideceğine binlerce pişman olmuştun. Gördüğün manzara yüreğinde volkanlar patlatmıştı.
Kulağında kalın, ince, orta sesler dokundu. Kimi zalimce, kimi mazlumcaydı.
“Sizinle mi uğraşacağız?”
“Ne yaptık ki?”
“Daha ne olsun?”
“Elimizde kitap ve ilim.”
“Bak, itiraf da ediyorsunuz.”
“İtiraf edecek ne var ki?”
“Birilerinin menfaatına dokunan şeyler kitap da olsa suçtur, itiraf edilecek nesnelerdir.”
“Yarasa koltuklarıyla bir işimiz yok bizim. İşimiz kalpteki karanlıkla…”
“Dolayısıyla…”
“Kitap ilimdir, ilim aydınlıktır, biz yarasa değiliz, aydınlığa muhtacız.”
“Kapayın çenenizi. Dinleyecek vaktimiz yok sizi.”
Duydukların seni hesaplanamaz bir şaşkınlığa itmişti. Demek onlar gibileri de vardı ha!..
Gözleri nurdan hedeflere takılmıştı; o sert, kaskatı kalpleri, kendilerini zindanlara tıkmak isteyen kalpleri bile yumuşatmaya ant içmişti.
Fağfur kâsenin “çın çın”ları sürura boğulmuştu. Fanusun yaraları ise kapanacak gibiydi.
…Ve sen, bir defa daha “Acaba bu mu?” sorusunun ölçülemez derinliğine dalıverdin.
Daireye benzer zaman ve destansı mekanlara dikkatli kulakların, tam oraya varınca feryat eden vapur düdükleri duydu, martı çığlıkları ile tırmalandı.
Ahlar, vahlar… Feryat ve figanlar…
“Ne oluyor, ne bitiyor?” diye sormaya kalmadan ardarda patlamalar neydi sahiden?
“Acaba gökgürültüsü mü?”
Sorduğun buydu ama başını semaya kaldırınca apaydın gördün; tek bulut parçacığı bile yoktu.
Bilinen kâse ve fanus üzerinde kıpkızıl lekeler…
Gökyüzü değil, gözlerin karardı birden; çamur ve kanla bulanmış masum cesetler gözlerin önündeydi sanki.
Bastonu bir yana fırlamış, gözleri semada, avuçları yumuk, inci dişleriyle dostlara gülümseyen, düşmanlara da gülen ihtiyarcığın kanıyla lekelenmiş Beyrut toprağını hayal perdesiyle temizlemek istemiş bir ihtimal.
Kan, her taraf kandı.
O lekeleri temizleyecek görünüşleri bulamazsan eğer, hâlin dumandı.
…Ve nihayet “hayali arkadaş”la gezintinde buldun onları.
Soğuk… Soğuk.
"Pır pır” uçan helikopterler, gümbürdeyen jetlerin davetçileri. Dağlar aralıksız olarak ateş altıda. Duman sütunları maviliklere leke sürüyor.
Eller tetikte, deriler çatlak. Tüm gözler tankları takip ediyor. Tankların gerisine sinip yürüyen Kızılordu erlerine küçümseyerek bakmaktalar. Çok sonraları naklettiğin konuşmaları duyduğunda, fanusun rengi altın sarısına dönmeye başladı, kâse ise gülümsemeye.
“Ne yapacağız Beg?”
“Yapabilecek ne kaldı ki?”
"Sadece bir şey.”
"Şehadet, ebedi dirilik.”
“Ama bir iş becererek.”
“O zaman haydi…”
Allah Allah nidaları arşa ulaşmıştı. Kar üzerinde zikzak çizen mücahit adımları rüzgâra karşı koştular; tanklara, kurşunlara, ağır makinalıya, Kızıl askerlere, hülasa şehadete koştular.
Mermiler, roketler, el bombaları patladı, jetler gürledi. Hindukuşlar’dan semaya şehit ruhları ağdı, dimdik ve sert bakışlar uçaklara bir meydan okudu ki.
İkindi güneşinin sarışın müjdeleri arasında duyduğun,
“Zafer!..” sesleri, gördüğün şükür secdeleriyle kalbinin nice köşesinin yıkanıp pırıl pırıl yıkandığına şahit oldun.
“Bu mu?” denizinin suları acayip tatlılaşmıştı.
Dünya, dünya dedikleri insan keşmekeşi, kumkuması mekan burasıydı, böyleydi işte...
"Zulüm içre" yer "adaletle doldurulduğunda" böylesi manzaraların olmadığı "bu ülkede" olmamayı düşünemiyorum.
Sizin hissiyatınız nasıl?