Yakın tarihin yaprakları arasında yapılan ufak bir seyahat bile, ellerimizi yana düşürecek kadar yorar, eseflendirir bizi. O sahifeler üzerindeki pek çok yalan ve uydurma tarih sahnesinden sarfı nazar etsek bile Osmanlı’nın "Din-i Mübin-i İslam"dan aldığı azınlıklar için gösterdiği tavır devamlı şekilde yanlış yorumlanmış, sanki devletin en nazik işleri –ademi itimadsız ve kayıtsız– onlara “hibe” edilmiş gibi bir zan verilmeye çalışılmıştır.
Bu “kıyas-ı fasid” bir yana, mâlum azınlıkların anlayış ve inançlarına hürmet adı altında, mü’mini "Halife-i Ru-yi Zemin" gören dinimizi küçük düşürmek mânasında çığır açılmıştır.
Halbuki Kur’an Ayetleri açıktır, Hadisler de öyle… Bunları ehl-i tedkik okuyuculara havale edip, Nur Üstâd Bedîüzzaman (ra)’ın misyonerlikle alâkalı ifâdelerinin ne mânaya gelebileceğini anlamaya çalışalım.
“Hem Salâhaddîn’in, Asâ-yı Mûsâ’yı Amerikalıya vermesi münâsebetiyle deriz:
“Misyonerler ve Hıristiyan rûhânîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, herhâlde şimâl cereyânı, İslâm ve Îsevî dîninin hücûmuna karşı kendîni müdâfaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifâklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avâma müsâadekâr ve vücûb-i zekât ve hurmet-i ribâ ile, burjuvaları avâmın yardımına da’vet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyâz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.”
Bu mektupta açıkça görüldüğü gibi bütün semâvî vahiyleri inkâr eden ve “küfr-i mutlakı yayan o gizli zındıka komitesi”nin silâhlarından biri olan komünizmin kuvvetli olduğu bir devirde, ona karşı Müslümanlar ile Hıristiyan misyonerlerin, muvakkaten ve zâhiren ittifâk etmesi, çatışmaya ve mücâdeleye girmemeleri gerektiğini ifâde etmiş ve komünistliğe yol açan gizli zındıka komitesinin bu ittifâkı bozmak için “İslâmiyetin fukarâyı muhâfaza etme”si, zekâtı emredip fâizi yasaklaması gibi hükümlerini bahâne ederek, “Biz de İslâmın müdâfaa ettiği şeyi müdâfaa ediyoruz” deyip Müslümanları kendi tarafına çekmeye çalışabileceklerine dikkat çekilmiş, zahiri ehli kitabın (gerçekte asıl ehli kitap İsa ve Musa (as)lar zamanındaki müminlerdir) bu oyuna gelerek, İslam Âlemi’ne düşmanlık hisleri beslememeleri gerektiği izah buyurulmuştur.
Burada ifâde edilen ittifak da, aynen daha önceki mes’elelerde îzâh edildiği gibi, “küfr-i mutlakı neşreden gizli zındıka komitesine” karşı olan “muvakkat bir ittifâk”tır. Yani kalıcı olmayan, geçici bir saldırmazlık anlaşması!
Söz konusu bu "mütareke ve sulh" hali olmazsa, Hıristiyanların misyonerlik faaliyyetlerini göstermelerine, onların İslâmiyyet aleyhinde konuşmalarına zemin hazırlıyor, devletin yasaklamakla mükellef olduğu “medâr-ı ihtilâf” meselelere revaç veriyordu. Eğer Müslümanlar onlara fiilen müdâhaleye teşebbüs etse, Hıristiyanların misyonerlik faaliyyetlerine ve İslâmiyyet aleyhinde konuşmalarına engel olmaya çalışsa, bu onlarla mücâdeleye dönüşürdü. Mücâdele netîcesinde o gizli komite hem devleti, hem Hıristiyan âlemini, hem de dış güçleri tahrîk edip Müslümanlara musallat ederdi.
Bunun için “müşterek düşman” olan “zındıka komitesine” karşı “medâr-ı ihtilâf” noktaları “muvakkaten”, yâni o gizli zındıka komitesi tamâmen silininceye ve İslâmiyyet tamâmen gálib oluncaya kadar münâkaşa etmemeyi Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretleri tavsiye etmiştir. Tâ ki, maddî çarpışma olmasın ve o gizli komiteye Müslümanları ezmek için fırsat doğmasın. Yoksa, Bedîüzzamân (ra)’ın bu ifâdeleri, hâşâ Hıristiyanları her hususta “adem-i itimadsız” ve kayıtsız olarak dost olmak diye anlamak mümkün değildir. Şahsî mevzulardaki yakınlıklar bahsimizden hariç...
Bediüzzaman Hazretler’inin (ra) bahsettiği “ittifâk”tan murat, ihtilâf noktalarını “medâr-ı münâkaşa ve nizâ’ etmemek”, o gizli zındıka komitesi ile mücâdele ederken yeni bir cephe açmamak ve düşmanın düşmanından yardım almaktır.
Maalesef bügükü Hıristiyanlar, düşmanın düşmanı değil, belki onun dostudurlar. O gizli komite, Evangelistlerle berâber bütün Hıristiyan âlemini Müslümanlara karşı tahrîk etmektedir.
Bir diğer anlaşılabilecek husus da, “umûm Hıristiyanlar” değil, belki mütecâviz olmayan, siyâsete karışmayan, dîndar ve âbid rûhânîlerle ve dînî dîn için sevenlerle, yâni dînleri bâtıl olmasına rağmen, hariç dinlere düşman olmayan kimselerle, medâr-ı ihtilâf noktaları münâkaşa etmemektir. Yoksa, art niyetli ve menfaati için Hıristiyanlık dînini seviyormuş gibi görünen, hakíkatte ise Yahûdî (Lügat manası: haktan dönmüş) olan riyâkâr Hıristiyan dîn adamlarıyla değil…
Mevzumuza Bediüzzaman Said Nursi’nin (RA) sorulan bir suale verdiği cevapla nihayet verelim:
“Müslim-i gayr-ı mü’min ve mü’min-i gayr-ı müslimin mânası şudur ki: Bidâyet-i hürriyette İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki; İslâmiyet ve Şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi’ ve kıymettar desâtîr-i âliyeyi câmi’ olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle Şeriat-ı Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde mü’min değildiler; demek müslim-i gayr-ı mü’min ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise frenk usûlünün ve medeniyet nâmı altında bid’atkârâne ve şeriat-şikenâne cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah’a, Âhiret’e, Peygambere îmanı da taşıyor ve kendini de mü’min biliyor, mâdem hak ve hakikat olan Şeriat-ı ahmediyenin kavânînini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü’min oluyor. imansız islâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, bilerek İslâmiyetsiz îman dahi dayanamıyor, belki necat veremiyor, denilebilir.” (Barla Lahikası, 352)