İlk tahsilinizde üzerine adeta kapandığınız, harikulade zekânızla tedkik ettiğiniz kitaplarla kendinizi sınırlamadınız hiçbir zaman. Hamle ve hareket dolu aksiyoner ruhunuz,
idmana büyük ehemmiyet veriyordu.
Belki de şuurunda olmadan, öylesi idmanlarla çelikleşecek, yay gibi gerilip ok gibi ileri atılacak bedeninizin Pasinler’de, Bitlis önlerinde, Kars taraflarında, Rus’larla harbederken, İstanbul’u işgal eden İngilizlere karşı koyarken, esaretteki dinç duruşu sergilerken, sürgünlerde en ufak bir “tahakküm” karşısında bile müspetçe baş eğmezken, esaretteki irşat vazifenizi kerametvâri biçimde ifa ederken, sürgün vakitlerde hizmet hedeflerine yürürken ve bunun için kırlarda sıkıntı çekmemeniz için zindanlardaki “bed muamelelere” dayanabilmek için o idmanlı eğitim, o riyazet , o nefis feregatı size lazım olmasın da kime olsundu? Nur Risalaleri'nin ve hizmetinin “ihzariyesi” sayılmasın da neyle izah edilsindi bütün o tutumlar?
“Genç Said, hamle ve hareket dolu ruhuyla arkadaşlarıyla zaman zaman müsabaka yapardı. Bir gün Siirt’te Molla Celâl’le yarışırken, geniş bir su arkını atlayabilmek için iddaya girmişlerdi. Genç Said gerilerden koşarak bu arkı muvaffakiyetle atlamıştı. Celâl kendisinin de atlayabileceğini söyleyerek, hızlanıp dereyi atlayınca, dereyi tam geçemeyip, dere kenarındaki çamurlu bir kısma çökmüştü. Yine Genç Said’in gençlik ve çocukluk günlerinden bir hatırayı da Selahaddin Akyıl anlatmaktadır:
“Âsiye annemin amcası Mevlid Işık anlatırdı: Said Nursî Van Kalesi’nin altında, yani eski Van şehrinde, belinde hançer, elinde kamçısıyla dolaşırdı. Bazan arkadaşlarıyla, beş on kişi üç adım (seygav) oyunu oynarlardı. Bir gün Mustafa ismindeki arkadaşı çok ileri bir mesafeye atlamıştı. Bu mesafeyi çizdikten sonra fırtına gibi fırlayan Genç Said, Mustafa’dan yarım adım ileri bir mesafeye atlamıştı. Van’da medrese talebeleri arasında bu oyun meşhurdu. Dâima önde, dâma ileride olan Genç Said, Mustafa’ya hitaben: ‘Talebelerim sana yetişmezse, sen bana yetişemezsin!’ Yani: ‘Sen ancak benim talebelerime yetişebilirsin.’ diyordu.”
Tahsil senelerinizin nasıl ve hangi keyfiyette olduğunu izah ederken, Darü’l- Hikmeti’l-İslamiye için buyurduğunuz özgeçmişinizde şunları söylüyordunuz:
“Bidayet-i tahsilimde mezkûr İsparit nahiyesinde biraderim nezdinde mebâdi-i ulûmu (başlangıç ilimlerini) iki sene kadar okudum. Sonra Erzurum’a tâbi Bayezit kasabasında Şeyh Muhammed Celâlî Hazretlerinin halka-i tedrisinde tederrüsü mûtad olan durûsu bilikmal itmam-ı nüsah eyledim (medrese eğitimi için gerekli bütün ilimleri okuyarak tamamladım). Sonra Van’da tedrise başladım. Onbeş sene kadar fünun-u şettaya (çeşitli fenlere) ait tedrisat ile iştigal eyledim. Harb-i hâzırın ilanı üzere gönüllü olarak alay kumandanı nâmıyla harbe iştirak eyledim. Bitlis’te Ruslara esir düştüm. Esâretten firar ederek (kaçıp kurtularak) İstanbul’a geldim. Bidayet-i teşekkülünden beri (ilk kurulduğundam beri) Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de âza (İslami Hikmet Yeri’nde üye) olarak bulunuyorum. Müşarünileyh ( daha önce bahsedilen) Muhammed Celâlî Efendi Hazretlerinden almış olduğum icazetnâmeyi zaman-ı esaretimde zayi eyledim (esir kaldığım zaman içinde kaybettim).”
İlminizin temellerinden birini teşkil eden “ usulle ilgili kaynak eserler”e düşkünlüğünüzü ve onları tahsiliniz açısından nasıl istimal ettiğinizi de bu hayat sahneniz çok iyi belirtmiyor mu?
Bir haftada ezberlediğiniz Cemü’l-Cevami adlı kitabın sonuna şu notu koymuştunuz:
’Cemü’l-Cevami kitabının tamamını bir haftada ezberledim. Saidi’n-Nursî’
Bediüzzaman lakabına layık olduğunuzu bütün hayatıyla ispat etmiş Üstadım!
Sizin tahsiliniz, sadece belirli zaman ve mekânla sınırlı değildi. 1904’ten sonra, Van Valisi’nin dâveti üzerine gittiğiniz ikametgâhında (evinde) misafir kalırken bile, konağın zengin kitaplığından istifade ile kendinizi “ikmâl” ediyordunuz.
“Molla Said, Bitlis’te iki sene kaldıktan sonra Van Valisi Hasan Paşa’nın dâveti üzerine Van’a gitti. O’nun yanında ve daha sonra vali olan İşkodralı Tahir Paşa’nın konağında uzun zaman kaldı. Burada bütün müsbet ilimleri araştırmaya ve öğrenmeye başladı. Kısa zamanda tarih, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik, kimya, astronomi ve felsefe gibi ilimlere vukufiyet peyda etti.
Bir gün bir öğretmenle Coğrafya’ya ait bir meselede bahse girdiniz.
Konuşma uzadı, vakit gecikti. Bunun üzerine sohbeti ertesi güne bıraktınız sohbeti. Yirmi dört saat içinde bir coğrafya kitabını ezbediniz. Ertesi gün vali konağında, coğrafya öğretmenini ilzam ettiniz!
Yine aynı şekilde bir münazara neticesinde beş günde inorganik kimyayı öğrenerek bir kimya öğretmeni ile yaptığınız münazarayı da kazanmıştınız..
Genç Said matematikte de harikulâde bir sür’at-i intikale sahip idi. Herhangi bir müşkül meseleyi hemen zihnen hallederdi. O zaman matematiğe ait bir de eser yazmıştı. Bu eserin bir yangında zayi olduğundan bahsedilmektedir.”
“ Ya ilim öğrencisi, ya öğreticisi, ya da dinleyicisi olun. Dördüncüsü olmayın, yoksa şeytana arkadaş olursunuz!” Hadis-i Şerif’ini aksettiren bütün hayat safhalarınız, bu hakikata bir endam aynası gibiydi.
“Nefy” mekânlarında yanınızda hiçbir kitabın bulunmamasına dikkat ediliyor, Kur’an’a tam olarak muhatab olmanız için İlahî Takdir karşınızdakileri buna zorluyordu. Ve biliyordunuz; bütün ilimlerin “menba’ı” (kaynağı) Kur’an’dı, bunu da şu şekilde dile getiriyordunuz:
“Yoksa sus. Kâinat Mescid-i Kebirinde Kur’an kâinatı okuyor (kainatın büyük mescidinde Kurân kainatı okuyor)! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, Hidâyetiyle amel edelim ve Onu vird-i zeban edelim (devamlı okuduğumuz bir zikir edinelim). Evet, söz Odur ve Ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden Odur.”
…Ve ayrıca ilimlerin fışkırdığı kaynağın Kur’an olduğunu şöyle izah ediyordunuz:
“… İşte buna kıyasen Kur’an, her cihetle beşeri maddî – manevî terakkiyata (insanlığı her bakımdan ilerlemeye) sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll (bütün akıl sahiplerine hoca) olduğunu isbat ediyor.”
Onun çağımızdaki harika buluşlara kaynak olduğunu beyân eden ifâdeleriniz, nasıl da ufuk açıcıdır ve ilimlerin kaynağının yanınızdan hiç ayırmadığınız Kur’an-ı Kerim olduğunu hiçbir söz daha güzel izah edemez.
“Kur’an’da herşey (ilimler dahil) ya çiçek, ya gonca halinde vardır.”
Muayyen bir tecellinin sevkiyle , Kur’an’dan başka bir esere -Yeni Said devrinizde- muhatap olmamanız, diğer temel kaynaklara eğilmiş olmamanızı mânasına hiçbir zaman gelmedi.Bilhassa “Kur’an’ın hakiki müfessiri olan sünnet” (Sünuhat, Sözler)ten istifadeniz her zamanın işaret fişeği olacaktır!