Geçende Endonezya’dan kesin dönüş yapan ve G.Antep’e yerleşen yeğenim ve hanımı ziyaretime gelmişti. Sohbet arasında:
“Allah imtihan için bizleri ve bütün evreni yaratmadan önce neyle meşguldü?” şeklinde sünnet itikadına zıt bir sual sordu.
Dilimin döndüğünce mevzuyu izaha çalıştım. Ahed ve Samed olan Allah’ın kendi yarattığı zamanın içinde olmadığı için, ilk yaratılıştan kıyamete kadar olan bütün hadiseleri aynı anda “nazar-ı kudsisinde müşahede” ettiğini selef alimleri bize bildirmişler manasını ön plana çıkardım.
O an düşümdüm ki çok insan inandığını KABULLENSE de Kur’an – Hadis inancından çok çok uzak düşürülmüş maalesef. Bunun sebepleri sayılamayacak kadar çoktur.
Şimdi onlara temas etmeyeceğim ama geçerli iman meselesi mühim bir husustur. Çünkü İmam Maturidi, taklit ve cemiyet baskısıyla oluşmuş bir imanın kabul edilebileceğini buyurmuş ama İmam Eş’ari tahkiki imanın -ancak- kabul edileceği kanaatındadır; en azından bir hadis ve ayetle; tefekkürü bir misalle olsa bile...
Bediüzzaman Said Nursi’nin “… ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet” mezhebi diye buyurduğu mefhum, bazı inanç özellikleri üzerine bina edilmiştir.
İman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdikten ibaret. Tek başına yapılan dille ikrar etmek tahkiki imanı ifade etmez. Çünkü tek başında "ikrar" iman addedilseydi münafıkların tamamı mümin sayılmalıydı.
Sadece kalbin “idrak tasdiki” de iman hâli sayılmaz. Eğer bu durum tek başına kâfi olsaydı, Ehli Kitab’ın tamamı mümin sayılmalıydı. Halbuki Allah (CC) dilleriyle ikrar eden münafıklar hakkında şöyle buyuruyor:
“Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına şahadet eder. (Münafikun, 1) Ehli Kitap hakkında ise varit olan ayet şöyle:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.”(Bakara, 146) Ne var ki bunu kabullenip dilleriyle ikrar etmezler.
İman ne artar ne de eksilir. Çünkü imanın azalması ancak küfrün artması ile; artması da küfrün azalması ile tasavvur edilebilir. Bu durumda, bir kişinin aynı anda hem mümin, hem de kâfir olması gerekir ki bunun mantıksızlığını Nur Üstad şu beyanıyla ifade eder: “İman ile küfrün ortası yoktur.” (Emirdağ Lahikası, c:2)
İmanda şüphe olmaz. Tıpkı küfürde olmadığı gibi. Bu bağlamda Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “İşte onlar gerçekten mümindirler.”[Enfal, 4] ve “İşte onlar gerçekten kafirdirler.”[Nisa, 4] Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ümmet kadrosuna dâhil olan günahkarların tamamı gerçekten mümindir, kafir değillerdir.
Amel imandan ayrı, iman da amelden farklıdır. Şöyle ki, amel mükellefiyetinin mü’minden kalktığı birçok zaman vardır. Fakat bu durumda imanın ondan gittiği söylenebilir mi?
İman’ın amelden farklı olduğunu daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: “Fakirlerin zekat vermesi gerekli değildir.” Bu “Fakirlerin iman etmesi zorunlu değildir.” demek midir?
Hayır ve şerrin takdiri Allah’tandır. Eğer birisi hayır ve şerrin takdirinin Allah’tan başkasına ait olduğunu iddia ederse O’nu (c.c.) inkar etmiş olur. O kişinin tevhit inancı da batıla sapar…
Rabbimizin dilemesi, muhabbeti, rızası, takdiri, pürüzsüz yaratması ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile olur. Masiyet de Allah’ın muhabbeti, rızası, muvaffak kılması olmaksızın dilemesi, kazası, takdiri, hoşnutsuzluğu, ilmi ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile gerçekleşir.
Allah hiç bir şeye muhtaç olmaksızın arşı ve ondan başka şeyleri korur. Eğer kendinden başka yaratıklara, zaman ve mekana muhtaç olsaydı, kainatı yaratmaya ve idare etmeye kadir olamazdı.
Kur’an-ı Kerim Allah’ın yaratılmayan (gayr-ı mahluk) ezeli kelamı, vahyi ve tedricen indirdiği Kitabıdır. O, ne zatının aynıdır, ne de değildir. Bilakis o, gerçek sıfatıdır. Kur’an Mushaflarda yazılan, dillerde okunan kalplerde mekan edinmeksizin korunan kelamdır. Yazılar, harfler, kelimeler ve ayetler insanların anlamak için onlara ihtiyaç duyduğu Kur’an’a delalet eden şeylerdir.
Allah Teala’nın kelamı zatı ile kaimdir. Manası ise, söz konusu maddi yazılarla anlaşılır. Kim Allah’ın kelamı mahluktur derse kafir olur. Allah Teala kesintisiz bütün zamanlarda ibadet edilendir. Kelamı ise ondan ayrılmaksızın okunan, yazılan ve kalplerde korunandır.
Allah Resulü’nden (s.a.v.) sonra bu ümmetin en üstünü Ebu Bekr-i Sıddık, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali dir (r. anhum). Bu üstünlük sıralamasına işaret eden ayette Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
“(İman ve amelde) öne geçenler (Ahirette de) öne geçenlerdir. İşte onlar (Allah’a) yaklaştırılmış kimselerdir. Onlar naim cennetlerindedir.”[Vakıa, 10-12]
Hayırda önde olanlar Allah katında da en üstün olanlardır. Onları, müttaki her mümin sever; asi münafıklarsa onlara buğz eder.
Kul, ameli, ikrarı ve tasdiki (marifeti) ile mahluktur. Bütün bu ameliyelerin faili mahluk olunca onun fillerinin de evleviyetle mahluk olması gerekir.
Allah Teala, mahlukatı hiçbirinin gücü olmadığı halde yaratmıştır. Çünkü onlar zayıf ve acizdirler. Cenab-ı Hakk onları yaratan ve rızıklarını verendir. Nitekim O şöyle buyurmaktadır:
“Allah sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek ve daha sonra da diriltecek olandır.”[Rum, 40]