Üstad Said Nursi’nin vefatından önce vermiş olduğu en son ders, “Müspet hareket”in olmazsa olmaz bir tavır olduğunu belirtir, şöyle der:
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahi’ye göre sırf hizmeti imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiye’ye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”
“Bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi (barışı) muhafazaya çalışmışım. Evet, mesleğimizde kuvvet var. Bu kuvvet dahile değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Vazifemiz, dahildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiye’ye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakka aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz…. Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, benim vazifem hizmet-i nuraniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’an’dan ders almışım.”
İç barışa neden bu kadar önem verir Nur risale müellifi? Eğer sosyal hayat karmaşık bir hâl alırsa teskini çok uzun zaman alır, onun yeniden tesisi ve sükûneti büyük gayret ister. İstibdat, terör ve anarşi ile çalkalanan sosyal bünyede sağlıklı, sürekli ve müessir bir nurani tahsil, irfan ve gönülleri diriltme işlemi yapılamaz.
Kuran hakikatlerinin kalp ve idraklere nakşı için içtimai sükûn şarttır da öte mutlak gerekliliktir. Hadiselere “muhakemeyle değil” heyecan, fizikî güç ve taraftarlık hissiyle bakılırsa, zıtlaşma, “müzahame” şiddetlenir; şiddetli fitneler cemiyetin iç huzurunu, kalbî bütünlüğünü bozar. Sükûnet giderse, onun yerini anarşi, istibdat ve terör doldurur.
“Güzel gör, hem güzel bak. Ta güzel düşünmeli: Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı. /Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda emeli.
Su-i zanla yeistir, saadet muharribi, hem de hayatın katili.” diye, bu manada, ders verir alemin aktarına.
“Risale-i Nur”, vatan sathında yaygın ve sürekli bir eğitim zemni kurmuştur. Bu mektepteki eğitimin icrasından ücret istenmez; çünkü müspet, sübut bulmuş, kararlaştırılmıştır, şer’an sabittir.
İmanı ihya metodunda, hakkı neşretme vazifesinde nebi ve resullere ittiba esastır. Zira bu dünya hizmet mekânıdır, ücret ve karşılık alma yeri değildir. Nur risalelerinin (kitapçıklarının) imanı hayatlandırma ve takviye etme mesleği gösterişsiz, alayişsiz ve nümayişsizsiz çalışmayı esas alır.
Halktan maddi yardım almamayı, iktisat ilkeleriyle de “ilmi vâsıta-i cer etmekten” (ilmi ve bilgiyi kazanç vasıtası yapmaktan) kurtarmayı, ilmin ve alimin izzetini korumayı esas almıştır; yani bu bakımdan da “müsbet”tir. Gerçeğin tam tersi suçlamalarla yargılanma sebebini şöyle açıklar Nurlu Üstad:
“Kader-i İlahî ihtiyarım haricinde dini, hiç bir şeye âlet etmemek için beşerin zalimâne eliyle mahz-ı adalet ( mutlak adalet) olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın, diyor, iman hakikatini kendi şahsına alet yapma; ta ki imana muhtaç olanlar ( gönller) anlasınlar ki yalnız hakikat konuşuyor, nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.”
“İşte Nur Risalelerinin, gönüller üzerinde husule getirdiği heyecan, kalplerde ve ruhlarda yaptığı te’sirin sırrı budur, başka bir şey değil. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce alimler, yüz binlerce kitaplar daha beliğâne neşrettikleri hâlde yine küfr-ü mutlakı (sırf ve mutlak küfrü, ateizmi) durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerâit altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur; Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur; konuşan yalnız hakikattir; hakikat-ı imaniye ve Kur’aniyedir.” Bu ifadelerin özü -bizce- ihlaslı ve müspet oluştur.
Risale-i Nur, iman hakikatleri ve İslâm esaslarını aklî, mantıkî delillerle ispat ve izah etmiştir. Merhum Mehmed Akif’in, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” beytiyle ifade ettiği manaya Nur risaleleri bir endam aynası olmuştur.
Risalelerin indelhace yazılmış ahkami, fıkhi ve mesleki mektuplarının dışındaki imani hakikatlar, ilim ve teknik üslubuyla asrın idrakine uygun şekilde Kur’an’ın imani ayetlerinden ilhamen yazılmıştır. Aklın istifadesi yanında nefis, hayal, vehim, heva gibi his ve duyguların istifadesi de gözetilmiştir.
Metod olarak, uzak yerlerden dağları kazarak su getirmek yerine, Hz.Musa Aleyhisselamın asası gibi her yerde suyu bulmuş; asasını nereye vurmuşsa oradan “âb-ı hayat”ı fışkırtmıştır. Bunu da şu ifadleriyle anlatır Muhterem Müellif:
“Risale-i Nur, sâir ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarı ile ders vermez ve evliya misillü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacı ve ruh vesair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar hakaik-ı imaniyeyi kör gözü ne de gösterir.”
Bu ifade ve metodun müspet olması şu fıkhi mütearifedir: “Dahilde kılıç kullanılmaz.” şeklinde ifadesini bulan hakikat, Mecelle’de şöyle beyan edilir:
“Madde- 27: Dahilde cihat, kuvvet ve kıtalle değil ilimle, tebliğle icra edilir.”
Müspet oluşun; fıkhen kararlaştırılmış, sabitlendirilmiş bir husus da, günümüzde alevlendirilen değerler eğitiminin başaktörü olacak nur eserlerinin yaygın okunmasındaki sırlardan biridir:
Nur risaleleri, “Bu dünyada bir mânevî Cehennemî, dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevî bir Cennet bulunduğunu” ispat etmiş, “günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevî elim elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde, Cennet lezâizi gibi lezzetler bulunduğunu” gözlere göstermesidir.
Mehmet Nuri BİNGÖL