Vehmimizi ele almaya az kalsın pişman olacaktık. Hayal üstüne “binmenin” öylesine incitici olduğunu bilemezdik elbet. Gözlerden azat olmuş bir menzile düşmenin şaşkınlığını yaşıyorduk. Çadır direklerine eşdeğer dağlarla çepeçevre kuşatılmıştık, ruhumuz cendereye alınmıştı.
Hele semâdaki açıklığı örten bulut tabakası yok muydu, bunaltıyordu beni. Kendimi taşlaşmış hissediyor, “müncemit bir sakf”ın gölgesinde olduğumu dehşet içinde hissediyordum.
Vahi, kum deryası, yoklar ülkesi... Burası çöldü elbet. Bata çıka yürürken çevreyi kolluyorduk devamlı. Bir çalının dibinden engerek mi fırlayacak, kavurucu ışık beyninizi mi kavrayacak, isyancı uğru akınına mı kalacaktık ?.. Merak ve kuşku tepelerden yüce, çam yeşilinden ince hasılı.
Kaskatı kalpler; gözleri kinle bakan, dişleri gıcırdayan? Yüreğimden taşıverecek gibi kabaran naz ve niyazı kulak ardı etmedeler hep.
“Muztar adamlar” gibiydi hâliniz artık; “me’yusâne” bakıyordunuz çevrenize, eşyaya... Gökler ses verdi size, tekrar tekrar bakmanızı istedi kendisine. Bakışlarınız basamak basamak “kemiklerinizin toprağı” zeminden göğe doğru yükseldi; garip, mahzun, şaşkındınız.
“Dediğin gerçeğin ta kendisi, merkezîleşmiş hakikatti. Duygularım anlattığından farklı değildi açıkçası... Keşke dönmez olsaydım göklerin çağrısına; o ısrarcı dâvetine yönelmez olsaydım keşke; nihayetsiz dehşet aldım oradan. Fezanın tüm boyutlarını kaplamış devinimli, ileriye doğru hareketli, boşlukta salınan ha salınan, asılı, kimi donuk, kimi inlemeli, kimi hâla inşada ama haşmetli cisimler, cisimcikler... Ortalama top güllesinden yetmiş defa hızla, gözlerimdeki ışıktan kavse bin tehdit savuruyordu.
“Herbiri gülle, bomba olmuşlar sanki, mevzi ve yuvalarından üstümüze yollanmak için salınmışlar gibi. Süratleri keskin mi keskindi; ama hayret, sayısız küreler birbirine dokunmuyordu bile. Halbuki... Hani o on camız meselesi... Kurulu düzeni bozmak mıydı bu yaptıkları? Tam tersine, daha da pekiştirmedelerdi. Yoksa yanlış mı görüyor, yanlış mı biliyordum? Eğer tek birisi yolunu şaşırsa – hâl bu ya- tuz buz olacaktım, zerremin esamesi bile okunmayacaktı. Zıvanadan çıksaydı gökler, ödü patlayacak olan yalnızca ben değildim; sevdiğim, bağlandığım her şeydi. Görünen âlemin ve âlemimin de tıpkı batan gün gibi benzi solacak, dudağı uçuklayacaktı. Ya benim ürperişim? Ad bile koyamıyordum ona. Geç bir kalem azizim, es geç. Hayır mı gelirdi gökten, cisimlerden ve ‘ecramdan’?..
“Bir şahıs, Kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken...”
Ne mi olur? Başına gelenlerin aynısını, tıpkısını yaşardın. “Sanki alacağı varmış gibi” bir lütuf beklediği zaman”, ani düşmanlar adeta; hastalıklar, musibetler, ızdırap ve elemler hücuma başlamaz mıydı dört koldan?
“Bir meded, bir yardım için müsterhimâne tabiata ve anasıra baktığı vakit kasávet-i kalple, merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semâviyeden istimdat etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli hâlleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar...”
İşaret’te seslendirilen hâli bütün görkemiyle görmekteydin;başını eğip beklemeyi bir çare mi belledin? Çarenin yeri de belli, adresi de; olabildiğince. Bir bilseydin, ona bir gülseydin; yüreğinde ne baharlar açardı kimbilir. Oysa ki inliyordu vicdanlar; “Duzah”a atılmışçasına...
***
Zihnimizin yönü aksi yönlere döndü birden; sinemize gizlenmiş, pusuya yatmış nefsimizi bilmek için, ona bakmanın zamanı gelmiş de geçiyordu. Onu tanıyınca apışıp kaldık; hayretlerdeydik artık. İşittiğimiz yüz binlerce eyvah’tı; sayısız ihtiyaç çılgınlığı... “Zavallı nefsimizden binlerce hacetlerin sayhaları geliyor”du. Acizlik tozuna batmış benliğimizden gelen boğuk feryatlar, ardı ardına patlayan çığlıklar kulaklarımızı tırmalıyordu; bizim ve vicdanımızın. Teselli bekleyen ruhumuz, bundan geri korkuyla avuçlanıyor,kuşkuyla devleşiyordu.
“Sonra.. sonra ne mi yaptım dersin? Anlatayım azizim; tákatim kesilmiş, dermanım kalmamıştı. Soluk soluğaydım, sıkıntıyla kıvranıyordum. Bir kapı gördüm; kısa, çok kısa bir an gözlerimde canlandı. Üzerinde ‘vicdana girilir’ mi yazıyordu, ne? Kapıyı aşınca bir de ne göreyim; biçare bir uzlet köşesi, kraterde kabaran lavlarla dolu bir mahzen. Buhrandaydım artık, içim kavruluyordu. O mekânın tasvirini yapabilmek haddim değildi. Medet alma, yardım bulma bir yana, hep aynı hisleri sağıyordu. Binlerce emel, yüz binlerce istek, galeyanlı arzular, hop oturup hop kalkan heyecanlı ‘hissiyat’... Onlara had mi çekmek? Onu bir yana at hele, ad bile koyamıyordum. Bütün onlar - ah, onlar - vicdana sıkışmışlar, ezel-ebed arasına pösteki sermişler, yayılıp kalmışlar; öylesi genişlikleri var! Dünyayı yutacak bir ağza, yediğini sindirecek bir mideye sahip olsaydı eğer, yine de doymayacaklar sanki.”
Aklımız kesik kesik hatlarda geziniyordu, zıpçıktı keçiler kaçtı kaçacaktı. “... bakar ki vicdanı, binler amal ve emani ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hâle gelir.” diyorduk. Daha gerinmeye bile vakit kalmadan, Mecnun olup çöle mi düşecektik?Buna razı gelemezdin; insandın çünkü, varlıkların en şereflisi... Aramalı taramalı, bir yol, bir geçit bulmalıydın. Hem yüreğini kavuran, hem aklını sam yeline karşı savuran; hem zâr, hem bizâr eden yerden bir an önce çıkıvermek için yapmalıydın bunu.
Niçin?
Çünkü müzdaripti vicdanlar; çırpınmadaydı, komada. Önündeki sahrayı eğer yaya geçersen, ötedeki ışıltıya varır mıydın acaba? Bilmiyor, görmüyordun ama bir ses; çıldırtan, içini ısıran bir ses:
“Ekseri burdan gider, sen, sen de yürümelisin.” diyordu durmadan. Yürü ha, yürü, taban tep hep. “İşte biz de yoldayız.”; yayan yapıldak... Kum deryasıydı sahra, saçtığı ısı nefret. Ne asabî şeydi sahiden? Sahranın ötesinde görünen ışıltının bir “derya” olduğunu anlayınca amma da kızmıştın; seni hiç öyle sinirli görmemiştim. Dalgalar köpük köpük şahlanıyordu. Gemilere ve sallara her şaplak vuruyordu, sesi ta Çin ü Maçin’den duyuluyordu. Delik tekneye titreye titreye binerken kanımız çekilmişti, terden sırıl sıklam olmuştuk, boğazımız kurumuştu; hatırlar mısın?
“İlk şoku ve ikilemi atlattıktan sonra ‘çektiğimiz zahmeti’ tekrarlayan o hatıra çevre ile yine karşılaşmak bezdirdi beni. Bu da ne? Git ha git, geldiğin yere geri dön. Bu bir talihsizlik miydi, benden kaynaklanan bir uğursuzluk mu? Böyle bir çileyi yaşamadığınız için ne kadar şanslı olduğunuzu biliyor muydunuz?”
Halbuki neydi size lazım olan? “Alaimissema”dan daha renkli bir dünya; acısız, ızdırapsız, cevapsız olmayan... Ürpermeyen ve ürpertmeyen...
“Başka bir yol yok mu?” der gibi bakınmanız boşuna. Zemini ve – belki de asumanı- aştığı vehmedilen ve birbirine açılan binlerce mağaracık, dehliz tek seçeneğiniz. Gerekenleri şöyle bir sayıp döktüm; ıvır zıvır şeyler. Dudak büktün hepsine de, küçümsedin onları; halbuki...Toprağı ve karanlıklarını yırtacak ışık topu olmadan yola çıkmak da ne oluyormuş? Her şeye rağmen, yine de kazançlıydık. “ Ziyandan dönmek kâra geçmenin” başlangıcı, baş tacı...
“Hiç korkmayalım; gün ışımıştır. Peşimsıra gel, bizi beklemedeler. Evet, öncekine benzer bir yığın tuhaflık var, ama artık ‘delil’siz değiliz, ‘ geçirecekler bizi...’ O dehlizlerdeki ‘tünelvâri’ mağara, yer altı akıntıları seni hiç ürpertmesin; suratsızlıkları altında Merhametli Sahibi’nin ‘ tebessümlü yüzü’ var.; ‘RIZAYLA BAKAR BİZE’...
“Demek o fidanlık Mesnevi, turuk-u hafiye gibi, enfüsi ve dahili cihetinde çalışmış, kalp ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş.” Yol açıcılar kapımıza dayandıktan sonra, çekinmeye ne gerek; her türlü abus çehreli hadise bize gam mı bundan geri?..