İmanı ihya vazifesinde gençlik türlü yönlerden şüphededir ön kabulüyle hareket edilmelidir. Çok zamandan beri kime ne anlatılması gereği tam tespit edilemediği için bunca nasihatçı bir netice elde edemiyorlar.
“Düşmanın silahıyla silahlanınız.” emrinin gereğini yapmayıp sanat-edebiyat-sinema-tv. dizileri ihmal edilince “dalalet ehli ve ateist fikir sahipleri” -kelimenin tam manasıyla orta yerde cirit attığını görürler, bu müşahedenin ümitsizlik ve kötümserlik olduğunu da kabul etmezler. Bu hususu Bediüzzaman şöyle dile getirir:
“... Kastamonu’nun dağında bağırarak mükerrer defa (tekrar tekrar) dedim: “Kardeşlerim, ata et aslana ot atmayınız”. Yani, “Her risaleyi herkese vermeyiniz.” (Lem’alar, s.250).
Bu mektep talebeleri ne siyasi ne hizip anlayışı bakımından herhangi bir taraftarlığa girmezler. Öyle ki Şualar’ın 331. sayfasında bu umdenin en geniş sınırı çizilir:
“Eğer Risale-i Nur'u tenkit fikriyle tetkik eden (inceleyen) adliye memurları, imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni idam ile mahkûm etseler; şahit olunuz hakkımı onlara helal ediyorum. Çünkü biz hizmetkârız. Risale-i Nur'un vazifesi, imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeyerek (ayırmayarak), hizmet-i imaniyeyi hiçbir tarafgirlik girmeyerek yapmakla mükellefiz.''
İmani noktadan insanlara faydalı olmak için Nur kitapçıklarından (risalelerinden) Mektubat’taki “Uhuvvet Risalesi”nde, inanan birinin hayat görüşünde “hem moral yönüyle hem de maddi olarak” ikram-sever vaziyet alması gerektiği vazedilir. Gerçekten de bu asrın en büyük ölçülerinden biri maddi- manevi faydacılıktır.
“Eğer hasmını mağlup etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder (artar). zahiren mağlup bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder (pişman olur), sana dost olur.'' (Mektubat, s. 256)
İman nurunu hayatlandırma (ihya) mektebi belli bir çatı veya insan grubuna münhasır değil, “muhtaç herkes”in iştirak edebileceği bir açık öğretim medresesi (üniversitesi) gibidir.
''Elbette bizlere lazım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen, din tedrisatı için hususi dershâneler açılma ve izin verilmesine binaen Nur şakirtleri, mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye (Nur menzili) açmak lazımdır; gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlerinin izahı olduğu için hem ilim hem marifet hem ibadettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşaallah Nur medreseleri beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.''
Hayatta bilfiil yaşamaya gayret etmenin adıdır imanı ihya mektebi. Hayatın bir zarureti hâline gelince politik zemine bakıp tavır alırlar ama bu hiçbir zaman ‘ehven’ gördükleri tarafa kalpleriyle bağlanma şeklinde olmaz bu. Bir siyasi akıma “manayı ismiyle” girmeyip tabi olmazlar elbet. Sadece haksızın karşısında nispeten haklı tarafa destek olurlar. O da “daha büyük bir” şerrin hâkimiyet kurmaması için.
“Evet, Nur talebelerinin siyasetlerle alakası olmaz. Yalnız iman hakikatleriyle bütün hayatları bağlıdır. Risale-i Nur, dünyada her cerayanın (akımın) fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, (herkesin malı olması yüzünden) bir tarafa tabi ve dahil olmaz. Belki mütecaviz (saldırgan) dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinad (dayanak noktası) olur. Fakat siyaset hesabına değil, nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı kardeşler, nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.''
“Risale-i Nur’u öğrenmek için muallime ihtiyaç yoktur.” ibaresi hiçbir İslami alt yapı olmadan Nur risaleleri anlaşılır” demek değildir!..
“... Ehline sorunuz” ilahi emir gereği, İslami alt yapısı olmayan kişiler Nur’daki “lehülmaksat” -maksadın içi- denen metnin muradını anlamak için tabii ki bilenlere, bir bakıma “selef”e soracaklar ve ilmin gereği olarak da sormaları zaruretten öte bir tavırdır.
Bu davranış “şahıs merkezlilik” değildir. Aşağıdaki metne “tahlil” metoduyla bakınca mesele açıkça görülüyor, eskilerin tabiriyle “tavazzuh” ediyor:
''Manevi bir elektrik olan Resaili'n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu hâlde, külfet-i tahsile (eğitimin zorluklarına) ve ders çalışmaya ve başka üstadlardan taalllüm edilmeye (eğitim almaya) ve müderrisinin ağzından iktibas olmaya (nakle) muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulum-u aliyeyi anlaşılır, meşakkat ateşine maruz kalmadan anlayabilir; kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir.''
Bir düşünelim, birisi herhangi bir metni, “Benim oğlum bina okur / Döner döner gene okur.” mantalitesiyle ele alınan kavramlarını, söz öbeklerini, metnin siyam sıbak ve alt üst paragraflarını belli kaynaklara eğilmeden yahut “bilenlerden sormadan” öğrenebilir, anlayabilir mi?
Metnin sonundaki “âlim olabilir” sözünü ilim geleneğine uyulmalıdır şeklinde anlamak, daha uygun ve daha akılcıdır. Bir fakültenin öğretim görevlileri bile ilmen gelişmek için doktora ve doçentlik tezi hazırlamak için yıllarca didinirken Nur hizmetinin, iman ve İslam’ı tahsil “müderrislerinin” Nur Külliyat’ının, bilhassa Eski Said devrinde kaleme alınmış eserleri taramadan “bu nevi” ifadeleri bağlamından kopararak sunmak, fikren atalet ve kısır döngüye atmaz mı bizleri?