Tefekkür ve Tahkik Mesleği’nin banisi Bediüüzzaman, dinimizin bize kadar ulaşmasında emeği geçen alimlere, mürşitlere hürmet ve muhabbetin gereği üzerinde önemle durur.
Bu esası, devam ettirip kurduğu imanı diriltme seferberliğinde temele yerleştirdiği kilit taşlarından biri olarak vazeder. Onların; “selef-i salihi”nin hikmetini bilmediğimiz bir sözünü ele alıp bütün kemallerini ve hizmetlerini inkâr etmek insafsızlıktır ona göre.
O kimseleri nazarlardan düşürmek, İslam’a büyük zarar vermek manasına gelmektedir aynı zamanda. Bu konuda Üstad Said Nursi’nin verdiği önemli bir içtimai ve ihlasla ilgili bir ölçü var:
Muhyiddin-i Arabî’nin mesleğini, bugünkü insanlara anlatmanın zarar vereceğini, şaşaalı görünmekle birlikte o süluk/ manevi yükselme ve züht yolunun, sahabe mesleğine göre “nakıs bir meşreb” olduğunu/ noksan bir meslek olduğunu ilmen ispat eder.
Muhyiddin-i Arabi için “Ulum-u İslamiyenin bir mucizesi” (Mektubat) ve Vahdetülvücut için ise “salih bir meşrep” tabirlerini kullanarak talebelerinin o zata ve ilmen devam ettirdiği manevi mesleğine karşı çıkmamalarını istemektedir.
Belirtisi çıkmadığı hâlde birisi hakkında kötü düşünmenin manevî sorumluluğu da var elbet. Bir erin onbaşısına karşı gelmesiyle ordu komutanına isyankârlık yapmasının cezası birbirinden farklıdır daima. İsyan edilen veya hakir görülen rütbe yükseldikçe ceza da büyür.
Birincisinden iki gün hapisle kurtulsa kişi, ikincisinde uzun süre hapse girer. Üstad ve içtihada kabiliyetli az sayıdaki talebesine yapılan fikrî hücumlar için de böyle düşünebiliriz. Onlar, “islaf-ı i’zam”dır ve kimisine haksız tenkitler yapıldığından yapanları korkulu bir vebal beklemektedir. (Şualar, Afyon Mahkemesi Müdafaaları)
Hem sosyal hem de gönül hedeflerini tayin eden, tecdit/yenileme ve ihya hareketlerinin önderi olan Nur eserlerini, gazete gibi değil külliyat anlayışıyla okumak, günümüz Müslümanının önceki devirden daha önemli ve daha açık bir meselesi olmuştur; belki de “en ehemm” bir veibe...
Bu fark ediş, umum ümmetin kul hakkını sırtlamayla yüz yüze getirir bizi. Bu vazife bir bakıma, şeair/ İslami alamet ve göstergeler sırasına da girer. İslami göstergeler olan şeairin ferdî farzlardan daha üstün olduğu ehil kişilerce bilinir; umum ümmete de ilan edilmiştir.
“Bu zamanda en büyük bir vazife, imanı kurtarma ve muhafaza etme vazifesidir.” (Kastamonu Lahikası) ifadesiyle sırt sırta vermiş pek çok beyan, bu hadiseye temas eder; “takva ve âmel-i sâlih” yönünü de gözardı etmez.
“Risale-i Nur Külliyatı”nda ve Bediüzzaman Said Nursi’nin beyanlarında tek kanatlılık problemi yoktur. Buna rağmen bir kısım “ehl-i diyanetin”/ dindarların bu realite ile uzaktan yakından ilgisi bulunmayan zihnî kuruntularını; şüphe, vesvese ve itirazlarını anlamamız mümkün değildir.
Yaptığı hizmetin fonksiyonundan ötürü Bediüzzaman Said Nursi’nin, “Seni yirmi yıl hizmet etmiş bir talebe sayıyorum” dediği zat ve çevresinin Üstadı, dolayısıyla da Nur risalelerini “tek kanatlılık” la eleştirmesini şaşkınlıkla karşılıyorum. Bunun sebebini şöylece açıklar muhterem müellif:.
“Hem ihlas ve hakperestlik ise Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun, istifadelerïne taraftar olmaktır. Yoksa `Benden ders alıp sevap kazandırsınlar’ düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir.” (İhlas Risalesi, s. 26) ifadesindeki hizmet metoduyla rekabet içinde olan bazı zatlar, bu izahın tam tersi bir pozisyonda bulunduklarına göre, onların ihlas/ bir işi sadece Allah rızası için yapma sırrından uzaklıklarını hesaplamak zor değildir. BU, KENDİNİ ÜSTAD’A SADAKAT İÇİNDE OLDUĞUNU SANAN KİŞİLER İÇİN DAHA FAZLA GEÇERLİDİR.
“Çok emarelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.” (Mektûbât, s. 299) ve “… risaleler kendi malım değil. Kur’ân’ın malı olarak Kur’ân’ın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum.
Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz.” (Tarihçe-i Hayat, s 175) gibi “mecburiyet tahtında faş edilmiş” (mecbur kalınarak açıklanmış) beyanlardan anlıyoruz ki, Nur risalelerini indi görüş/ özel düşünce ve dünyevi yahut akademik bakışlar altında anlamanın imkân ve ihtimali yoktur.
“Ehl-i siyaset eserleri tam anlamaz.” (Emirdağ Lahikası) şeklindeki ihtar, meselenin bu yönünü işaretler. Meseleyi devlet bazında hâlledeceğini iddia edenler, hiçbir zaman Nur kitapçıklarının/ risalelerinin muradını kavrayamaz ve her ifadeyi kendine yontar şeklinde anlamak mümkündür o satırları.
Bence mevzunun aslı şundan ibaret. Münevverlik iddiasındaki bazılarının Nur Külliyat’ını takdir etmekle birlikte anlamaya çalışmama samimiyetsizlikleri de tam bir açmazdır; fikir zindanına gönüllü olarak hapsolmalarıdır. “Risale-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamaya çalışmıyorlar” şeklindeki sayhalaşmış çığlık, meseleye çok güzel dikkat çeker.
Nur eserlerinin açtığı tefekkür ve tahkik mektebini, “dâvâ değil, dâvâ içinde bürhan” şeklindeki beyan gösteriyor ki, Risalelerin en büyük kuvveti bundan gelmektedir. Bu, Nur kitapçıklarını anlamak isteyenlerin Kuran’î bakış açısını kavradıktan sonra harekete geçme mecburiyetlerini de izah eder (Kastamonu Lahikası).
“Ve sen yine imtihan edildiğinde, yine kalbin daraldığında, yine bütün kapılar kapandığında, yine ne yapman gerektiğini bilemediğinde, uzun uzun düşün. Ve hatırla Yaradanını!
Allah kuluna kâfi değil mi?" [Zümer Suresi - 36] ayetinin emri, ilmini edindikten sonra onu diğer irfan eserleriyle telif edebilmek için sabırsızlanan Müslümana, bir başka ilim alanıyla alakadar olmasını tavsiye ediyor.
İmanı Tefekkürle Diriltme Mektebinin temel eseri ve İslam külliyatı olan Nur kitapçıklarının beyanı da şu merkezde:
“Kur'ân-ı Hakîmin sırr-ı i'câz’ıyla - Kuran’ın mucizeliğiyle- hakîki bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir manevi Cehennemi dalalette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevî bir Cennet bulunduğunu ispat ediyor; günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevî elim elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde - İslam Dini’nin tatbikinde- Cennet lezaizi gibi manevi lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düşenleri o cihetle aklı başında olanlarını kurtarıyor.”
Bu ifadeleriyle, Kuran’ın mucizeliğini gösteren pek çok tefsirden biri olan Nur kitapçıkları (risaleleri), dünyada manevi Cehennem, müminler için manevi bir Cennet olduğunu gösterip, günah ve haram lezzetlerdeki manevi acıları hissettirerek onları zararlardan koruyor demekte Nur Müellifi.
Bu devirde iki dehşetli hâl bulunuyor çünkü. Birincisi neticeyi düşünmeyen ve “bir dirhem” bugünkü lezzeti, ilerideki “bir batman” ebedî lezzete tercih eden insan bencilliğini hesaplarsak “insan denen meçhul”un (Alexis Carrel) en büyük farikasını ve “ehl-i sefaheti sefahetinden kurtarmanın yegâne çaresi”nin, o geçici lezzetinde elemi gösterip kalp ve nefsini ikna etmek olduğunu kolayca anlarız.
“İşte, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın yarasına tam bir tiryak olarak Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın bir mu'cize-i maneviyesi ve lemeatı bulunan Risale-i Nur, pek çok muvazenelerle en dehşetli ve muannit mütemerridleri, Kur'ân'ın elmas kılıncıyla kırıyor ve kâinatın zerreleri adedince Vahdaniyet-i ilahiyenin ve imanın hakîkatlerine hüccet ve deliller gösteriyor.”