* “Seni yaratan Rabbinin adıyla oku!.. O, keremine nihayet olmayan Rabbindir; ki, kalem ile yazı yazmayı öğreten de O’dur. O, insana bilmediği şeyleri öğretti. Sakın okumazlık etme; çünkü insan, kendini nasîhate ihtiyacı yokmuş görmekle muhakkak azgınlık eder!..” (Kur’ân-ı Kerîm; Alak Sûresi, âyet 1-7)
* “Ey îmân edenler. (…) Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın! Öyle yaparsanız, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.” (Kur’ân-ı Kerîm; Hucürât Sûresi, âyet 2)
* “Bak, Allah’a karşı nasıl olmadık yalan ve iftirâ ederler. Apaçık olan bu günâhları onlara kâfidir (yeter)”. (Kur’ân-ı Kerîm, Nisâ Sûresi, âyet 50)
* “Her kim Kur’ân-ı kendi rey’i ile tefsir ederse, ateşten oturacağı yeri hazırlasın.”, “Bazı şiirler, elbette apaçık bir hikmettir…”, “Hikmetli söz müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa, hemen alır.”, “Büyüleyici sözler gibi, hikmetli şiirler de vardır...”, “Şâir Hassan’ın sözleri, düşmana ok yarasından daha tesirlidir…”, “Şiir, bir söz ki, güzeli daha güzel, çirkini daha çirkindir...” (Hz. Muhammed “sallallahü aleyhi vesellem”)
* “Allahü teâlâ, Kur’ân-ı Kerîmde, her peygambere kendi ismi ile; Muhammed aleyhisselâma ise, “Ey Resûlüm! Ey Peygamberim!” diye hitap etmiştir. Kendisini; ismi ile çağırmak, yanında yüksek sesle konuşmak, uzaktan kendisine seslenmek, yolda önüne geçmek harâm edilmiştir. Başka peygamberlerin ümmetleri, kendilerini isimleri ile çağırırlardı.” (Prof. Dr. Ramazan Ayvallı-İki Cihan Güneşi Hazreti Muhammed’in Hayâtı; İst. 2015, sy.: 415-416)
* “…Büyük sır karşısında yandım, kül oldum. Bizzat Cenâb-ı Allah’ın hayâ gösterdiği sır…
- Kur’ân’ın hiçbir yerinde böyle bir hitap yok mu?
Kısa ve sert:
- (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî): ‘Hiç bir yerinde!’
Gerçekten de ‘De ki’ mânâsına ‘gûl’ kelimesiyle başlayan bir çok âyette, bu hitaptan sonra isim gelmediği, gözümün önünden geçiverdi. Buna karşılık, birçok tefsircinin, ‘De ki yâ M….!’ diye kullandıkları klişelerde kabalık içimi burktu.” (Necip Fâzıl Kısakürek-O ve Ben; b.d. yayınları, 15. Baskı, Ankara 1999, s. 149)
* “Meâl: Tefsir âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında, âyet-i kerîmelere verilen mânâ.” (Sözlük)
* “Yalan: Her dinde harâmdır. İftirâda (…) incitmek de vardır ki, bu da, başkaca harâmdır.” (Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye)
* “İftirâ: “Yapmadığı hâlde kötü bir işi birisine yükleme, yalan yere birisini suçlu gösterme. Birine suç atma, bühtân. İftirâ büyük günâhtır ve çok fenâ ve tehlikelidir.” (Türkiye Gazetesi Dînî Terimler Sözlüğü; c. 1, s. 213)
* “Neuzü billâh: ‘Allahü teâlâya sığınırız’ mânâsına, tehlikeli hâllerden ve îmânı gideren şeylerden sakınma ve korkma mânâsını ifâde eden söz.” (A. g. Sözlük; C. 2, s. 104)
* “Hevâ: Arzu, istek, nefse hoş gelen şeyler. Hevâ, nefsin dünyâda bütün arzularını ifâde eden bir sözdür. Hepsinden yüz çevirmek lâzımdır.” (A. g. Sözlük; c. 1, s. 179)
Saygıdeğer Okuyucularımız!..
Bilindiği üzere; “Seyyid Abdülhakîm Arvâsî” (rahmetullahî aleyh) hazretleri, son devirde yetişmiş en büyük âlimlerden biridir (D.: Başkale-Van, 1865; V.: Ankara-1943) ve “Arvâsî Ailesi”nden olan bir başka büyük âlim “Seyyid Fehim Efendi” (r. aleyh) hazretlerinin de halifesidir.
Günümüz “Târihçi Yazarı Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci” tarafından kaleme alınan ve “Arı Sanat Yayınları” arasında neşredilmiş olan “Hayatı ve Hâtıralarıyla Seyyid Abdülhakîm Arvâsî” adlı eserin 2017 yılında yayınlanmış bulunan 2’nci baskı 274-275’inci sayfasını okurken, çok ilginç bir tespitle karşılaştık: Yazar, Rahmetli “Necip Fâzıl”ın kaleminden (ayrıca bkz: “O ve Ben” s. 148’de de) geçen bir hadiseyi naklederken şöyle demektedir:
“Zonguldak’ta yazdığım yazı, “Yâ Muhammed!” diye başlıyordu. Efendi Hazretleri, ‘Onu çıkar oradan, Allahü teâlânın Resûlüne, hâs ismiyle ve nidâ siğasıyla hitap olunmaz!’ buyurdular. ‘Niçin efendim?’ diye sordum. ‘Hayâ meselesi! Allahü teâlâ bile, Kur’ân-ı Kerîmde, sevgilisine, hâs ismiyle nidâ ederek hitap etmedi’ buyurdu.”
Bu târihî tespit ve teşhis; bizi, elimizde mevcut bulunan biri “Cumhuriyet Dönemi Tefsir Âlimi Elmalılı M. Hamdi Yazır” (D.: Elmalı-Antalya, 1870-V.: İstanbul-1942)’ın, diğeri de bundan 3 asır önce, Hicrî 1110’da, “Ayıntabî Mehmed Efendi” tarafından yazılmış ve “Bütün Kitabevi” tarafından da 1956 yılında yayınlanmış bulunan iki eser üzerinde incelemeye yöneltti. Ve gördük ki, “Tibyan Tefsiri”nde fazla olmadığı hâlde “Elmalılı Tefsiri”nde ziyadesiyle bulunan ve de yukarıda “serlevha” hâlinde sunduğumuz âyet-i kerîmeler ile yasaklanan, “Peygamberimiz Efendimiz” (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından da ikaz olunan bir yöne sapılmış ve “iftirâ” yollu “harâm” işlenmiştir.
“Rahmetli Gazeteci-Yazar Mehmet Oruç”un, 276 Nisan 2010 günlü “Türkiye Gazetesi “nin “İnsan ve Toplum Sayfası”ndaki “Gönül Bahçesi” adlı köşesinde belirttiği gibi, “Cennetmekân Sultan Abdülhamid Hân’ın Hal’ Fetvâsı”nın ilk müsveddesini yazan mebuslardan “Elmalılı Hamdi Yazır Hoca” olmuş ve O’na “31 Mart İsyânına sebep olmak, din kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin hazinesini isrâf etmek, insanları suçsuz oldukları hâlde idâm ettirmek” gibi “asılsız, akıl almaz suçlar yüklemiş” idi. “Rûm asıllı bir mebusun, ‘Yapmayın efendiler! Günâhtır, günâh. Sultan Abdülhamid Hân, bu memleketin nûrudur. Dünyâda denge unsurudur. O’nu tahtından indirirseniz mülkü millet harâb olur. Dünyâ perişân olur’ demesine” de aldırış etmediği gibi, Sn. “Prof. Dr. Ramazan Ayvallı” Hocamızın da belirttiği üzere, Kur’ân-ı Kerîmin sâdece dört yerinde Âl-i İmrân 144 (Muhammed ancak bir resûldür), Ahzâb 40 (Muhammed sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir), Fetih 29 (Muhammed Allah’ın elçisidir) ve Muhammed Sûresi 2’de (…Muhammed’e indirilen kitaba inananların…) şeklinde “Muhammed” (sallallahü aleyhi ve sellem) adı geçmesine rağmen bu “Hal’ Fetvâcısı Mebus-Hoca Efendi”, bakınız daha kaç yerde (Sahâbe-i Kirâm Efendilerimizin bile söyleyemediği/yasaklandığı hitap şekliyle nasıl hitap etmekten hicâb duymamakta, Tibyan Tefsiri’nde ise (aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere) çoğunlukla böyle bir ifade hiç bulunmamakta)dır:
Saygıdeğer Okuyucularımız!..
“Tibyan Tefsiri”nde görünen bu hatânın da, 1956 yılında “Bugünkü dile çevirip-yayınlayan Süleyman Fâhir”den mi yoksa ki esas metinden mi kaynaklandığını, elimizde tefsirin aslı bulunmadığı için bilemiyoruz. Ancak, “Diyanet İşleri Başkanlığı” tarafından hazırlan ve 1973 yılında yayınlanmış bulunan “Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meâl)” adlı eserde de hemen hemen aynı hatâlara düşüldüğünü görüyoruz.
“Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Emekli Profesörü Sn. Ramazan Ayvallı” Hocamız bile, onca ilmine ve araştırmacı yazarlığına rağmen “İki Cihan Güneşi Hazreti Muhammed’in Hayâtı” adlı (İst. 2015 basım tarihli) eserinin 389’uncu sayfasındaki “duâ metninde: Yâ Resûlallah!” diye verecek yerde (hatâlı olarak) “Yâ Muhammed!” diye vermiş, Cenâb-ı Allah’ın Hucürât Sûresi 2’nci âyet-i celîlesi ile Sahabîleri yasaklanmış olduğu isimle hitap şeklini sanki Cebrâil aleyhisselâma hak tanımış gibi (sy: 408’de) “Yâ Muhammed!” şeklindeki kaynaktan aynen aktarmıştır.
Kaldı ki adı geçen eserinin 415 ve 416’ncı sayfasında bu konuda “36- Allahü teâlâ, Kur’ân-ı Kerîmde, her peygambere kendi ismi ile; Muhammed aleyhisselâma ise; “Ey Resûlüm! Ey Peygamberim!” diye hitâb etmiştir.”, “45-Kendisini; ismi ile çağırmak, yanında yüksek sesle konuşmak, uzaktan kendisine seslenmek, yolda önüne geçmek haram edilmiştir.” Diyerek de işin aslına ve doğrusuna işaret buyurmuşlar, ancak sayfa 424 ve 425’teki “şefâat” bahsinde tekrar aynı hatâlı ifadeye maalesef üç defa, 449’uncu sayfadaki “Cebrâil aleyhisselâm hadîsinde” de bir defa yer vermişlerdir. (Bunların, yeni bir baskıda mutlaka gözden geçirilip düzeltilmesi gerekmektedir.)
“İstanbul Merkez Vaiz Hocası Abdullah Aydın” tarafından hazırlanan ve 1974 yılında “Aydın Yayınevi” tarafından neşredilmiş bulunan “Kur’ân-ı Kerim ve Meâl-i Celilesi” adlı eserde ise bu galiz yanlışa düşülmediğini ve “Habibim/Ey Habibim” şeklindeki bir hitabet ile tefsirin yapıldığını memnuniyetle müşahede eylemiş bulunuyoruz.
Doğru bir meâl ve tefsirin; Maide Sûresi ayet 41 ve 120’de, Enfal Sûresi âyet 64, 65 ve 170’te, Tevbe Sûresi âyet 23’te, İbrahim Sûresi âyet 42 ve 44’te ve Nahl, Mümtehine, Talâk, Tahrim ve Tekvir sûrelerinde geçtiği gibi “Ey Resûlüm!”, “Ey Peygamber!”, “Ey Şanlı Peygamber!” ve Sn. Abdullah Aydın Hocaefendinin çoğunlukla yaptığı gibi “Habibim!”, “Ey Habibim!” şeklinde mânâlandırılması uygun olacaktır…
Diyoruz ve bu his ve düşüncelerle kaleme aldığımız aşağıdaki mısralarımız ile Siz Saygıdeğer Okuyucularımızı başbaşa bırakıyoruz…
Kalbî sevgi ve saygılarımızla…
= = = *= = =
Önce “Padişah’a”, sonra “Allah’a”;
“İftirâ” üstüne, “iftirâlar” var!..
“Saygıda kusur” var, “Resûlallah’a”;
“Âlim” olanların, “vicdânı” sızlar!..
Rabbim: “Habibim” der, “Resûlüm” söyler;
“Ey!” hitabı ile, kim kime heyler?
Dikkat edin artık, uyanın beyler;
“Melekler” bir yana, şaşkın yıldızlar!..
“Ey Şanlı Peygamber”, “Ey Resûlüm” de;
“Saygıyı-sevgiyi”, “dilinle” söyle;
O günde “şefâat”, umulur böyle;
Sanma ki kurtulur, şu “dâvâsızlar!..”
“Allah’a iftirâ”, “neuzü billâh”;
Bundan “hicâb” duyar, ol “Resûlillâh”;
“Âyet-hadîs” şâhid, “Eûzü billâh…”;
Bu nasıl cesaret: Ey pervasızlar!..
“Padişah’a Zulûm”, “Allah’a toslar”;
“Mazlûmun figânı”, kalbî mitoslar;
“Mebusluk-Yazarlık”, kurtarmaz dostlar;
Bir gün “berbat” olur, cümle arsızlar!..
KAYIKÇ’Ali der ki: “Çok ince konu…
Rabbim sevdi bize, sevdirdi O’nu…
Sevenin akıbet, hayr olur sonu…
Cennet’te toplanır, hep hevâsızlar!..”
Ali Kayıkçı