Hz. Pir’in bu güzel hikayesini paylaşmadan geçemedim. Derin ve bir o kadarda manidar insana mesaj yüklü Mesnevi şerifte de geçen hikayesini orijinal olarak, merhum Abdülbaki Gölpınarlı’nın dilinden ve tercemesinden takdirlerinize sunuyorum.
Şairin biri, padişahtan elbise almak, rütbeye erişmek, ihsana nail olmak ümidiyle bir şiir yazıp padişaha götürdü. Padişah ikram sahibiydi, şaire bin kırmızı altın verilmesini, bundan başka daha da ihsanlarda bulunmalarını emretti.
Veziri dedi ki: Bu pek az... Hiç olmazsa ona o bin altın ver de safayı hatırla gitsin! Hatta böyle bir şaire senin gibi ihsanda avucu denize benzer bir padişahın ona bin altın vermesi bile azdır!
Vezir, padişaha, harmanın onda biri şaire verilsin diye geçmiş padişahların ihsanlarına dair hikâyeler söyledi, hikmetlerden bahsetti. Padişah da şaire on bin altınla değerli elbiseler verdi... Şairin içini şükür ve sena yurdu haline getirdi.
Şair sonradan bu kimin gayretiyle oldu, padişaha benim ehliyetimi kim bildirdi diye araştırdı. Dediler ki: adı da Hasan, huyu da Hasen olan vezir yok mu, işte o buna sebep oldu.
Şair, bunu duyunca veziri methetti, bu hususta uzun bir kaside yazdı, vezirin evine gidip sundu.(Bu kasidede padişahın methi hiç yoktu. Çünkü padişahın nimetleri, hilâtları, zaten dilsiz, dudaksız, padişahı methedip duruyordu!
Birkaç yıl sonra şair, yine yok yoksun bir hale düştü, muhtaç oldu. Rızıklanmak, ekin parası bulmak ümidiyle, Dedi ki: Yokluk ve darlık zamanında sınanmış şeyi aramak, ona başvurmak daha iyi... Kerem ve ihsanda sınadığın kapıya gideyim de yine ihtiyacımı arz edeyim. Şair, bir kere daha ihsan sevdasıyla yüzünü o ihsan sahibi padişaha tuttu.
Şairin hediyesi ne olacak? Yeni bir şiir... Onu ihsan sahibine götürür, sunar, adeta rehin bırakır! İhsan sahipleri, yüzlerce kerem ve cömertlikle altınlar yığarlar, şairleri beklerler. Onlarca bir şiir, yüz denk kumaştan daha iyidir... Hele denize dalıp da dibinden inciler çıkaran bir şairin şiiri olursa!
İnsan, önce ekmeğe haristir... Çünkü gıda ve ekmek, cana direktir. Canını avucuna alır da hırsla, ümitle ve yüzlerce hilelere, düzenlere başvurarak çalışıp ekmeğini elde etmeye savaşır.
Fakat az bir şey elde eder de ekmek için çalışmaya ihtiyacı kalmazsa artık şöhrete, ada sana ve şairlerin methine âşık olur. İster ki onlar, kendisinin aslını, faslını övsünler.. lütfunu, ihsanını anlatmada minberler kursunlar... Bu suretle de onun lütfu, ihsanı, altın bağışlaması, söz arasında amber gibi koksun!
Allah, bizim huyumuzu da kendi huyuna uygun, kendi suretine göre yarattı, bizim vasfımız da onun vasfından bir örnektir. Yaratıcı Allah da, kendisine şükür ve hamd edilmesini ister... İşte bu yüzden insanın huyu da böyledir; o da kendisinin övülmesini diler.
Hele fazilette çevik ve üstün olan Allah eri, sağlam tulum gibi o yelle doludur. Fakat insan, o methe lâyık değilse, o methin ehli olmazsa yalancı yel, fayda vermez ona... Tulumu yırtar, patlatır! Bu meseli kendiliğimden söylemedim arkadaş; aklın başındaysa ve ehilsen serserice dinleme!
Bunu, hakkındaki hicivleri duyunca, müşriklerin “Hz Ahmet neden medihten hoşlanıyor, neden medihten memnun oluyor?” dediklerini işitince söyledi.
Şair, ihsan ölmedi ya diye evvelce nail olduğu ihsana şükran olarak yazdığı şiiri alıp padişaha götürdü, sundu.
İhsan sahipleri öldüler, ihsanları kaldı... Ne mutlu o kişiye ki bu merkebi sürdü! Zalimler de ölüp gittiler, fakat yaptıkları zulümler kaldı... Vay o cana ki bu hileyi, bu kötülüğü yaptı! Hz Peygamber “Ne mutlu o adama ki dünyadan gitti de ondan iyi bir iş kaldı” demiştir.
İhsan sahibi öldü ama ihsanı ölmedi ki... Allah indinde din ve ihsan, küçük ve değersiz bir şey değildir! Eyvanlar olsun o kişiye ki kendisi öldü de isyanı kaldı... Sakın, öldü de canını kurtardı sanma ha! Bırak bunu şimdi... Şair, yol üstünde borçlu ve paraya pek ihtiyacı var!
Şair önceki ihsana nail olurum ümidiyle söylediği şiiri götürüp padişaha sundu. Güzelim incilerle dolu olan o lâtif ve nefis şiiri, evvelki ihsan ve ikramın ümidiyle arz etti.
Padişahın âdetiydi, yine âdeti veçhile bin altın verin dedi. Fakat bu sefer bu cömert vezir yücelik Burak’ına binmiş, dünyadan göçüp gitmişti. Onun yerine başka birisi vezir olmuştu... Bu vezir pek merhametsiz, pek hasisti.
Dedi ki: Padişahım, masraflarımız var... Bir şaire bu kadar ihsanda bulunmak lâyık değil!Ben, o şairi bu ihsanın onda on da birinin dörtte biriyle hoşnut ve razı ederim.
Oradakiler, önce o, padişahtan tam on bin altın almıştı. Şeker yedikten sonra şeker kamışını nasıl çiğner... Padişahtan sonra nasıl olur da dilencilik eder? dediler.
Vezir dedi ki: Ben onu öyle bir sıkarım ki nihayet beklemeden usanır, bizar olur... Yoldan toprak alıp versem yeşillikten gül yaprağı veriyorum gibi kapar. Bunu bana bırakın... Bu işte üstadım ben; işe girişen ateş bile olsa ben yatıştırmasını bilirim! Süreyya yıldızından saraya dek uçsa yine beni görünce yumuşar!
Padişah, peki dedi... Ne yaparsan yap, hüküm senin. Yalnız onu sevindir, çünkü bizim iyiliğimizi söyler. Vezir, onu da, onun gibi daha iki yüz tane ümitlenip duran kişiyi de bana bırak sen, dedi.
Vezir, şairi bekletti durdu... Kış geldi geçti de bahar geldi! Şair bekleye bekleye ihtiyarladı... Bu dertle, bu tedbirle âdeta zebun oldu. Dedi ki: Altın yoksa bari bana söv de canımı kurtar, kölen olayım! Bekleme beni öldürdü, bari git de, yoksul canım rehinden kurtulsun!
Nihayet vezir, şaire o bin altının onda birinin tam dörtte birini, yani yirmi beş altın verdi... Şair derin bir düşünceye daldı. Kendi kendisine önce verilen ihsan, hem peşindi, hem de o kadar çoktu. Bu ise hem geç açıldı, hem de açılınca gördüm ki bir deste diken, dedi.
Şaire dediler ki: O cömert vezir dünyadan gitti, Allah rahmet etsin! O ihsan, onun yüzünden kat kat artmıştı... Onun zamanında ihsanlarda yanlışlık pek az olurdu. Şimdi o gitti, ihsanı da beraber götürdü... O ölmedi, doğrucası kerem ve ihsan öldü!
O cömert, o akıllı vezir geçip gitti. Yoksulların derisini yüzen bu vezir gelip çattı. Yürü, bunu al da hemencecik bu gece buradan kaç... Yoksa bu inatçı, seni yakalar, elindekini de alır!
Senin bizim çalışmamızdan haberin bile yok... Biz, ondan bu hediyeyi de yüzlerce hileye başvurduk da aldık! Şair, yüzünü onlara çevirdi de dedi ki: “Ey beni esirgeyenler, bu kötü vezirler nereden geldi? Bu insanın elbiselerini soyan vezirin adı ne? Söyleyin bana!
Onlarda adı “Hasan” dediler. Şair, Yarabbi dedi... Onun adı da Hasan, bunun adı da Hasan... Ey din Rabbi, yazıklar olsun; nasıl oluyor da ikisinin de adı bir oluyor. Onun adı Hasan... Fakat onun kaleminin bir yazısıyla yüzlerce cömert kişi padişaha vezir ve muhasip olabilirdi... Bunun adı da Hasan... Fakat bu Hasan’ın çirkin sakalından ancak yüzlerce ip örebilirsin!
Padişah, böyle bir vezirin sözünü dinlerse kendisini de rezil rüsva eder, devletini de!
Ha Hasana, Ha sana!
Kalın sağlıcakla.
Ahmet DÜZGÜN