Sadreddin-i Konevî’ ye göre insanın varoluşunun maksadı, varlıkların yaratılma sebeplerine vakıf olmaktır.
İnsanın bu gerçeği zatında tam olarak bilmesi, yetkinleşme yolunda atılacak ilk adımdır. İnsan işe kendisini bilmekle başlayarak bir yola girer ve bu yolda yetkinliğini arttırarak ancak kemâl yolunda mesafe alabilir. Bunun yolu da insanın öncelikle kendi hakikatinin ne olduğunu, nereden, nasıl ve niçin var olduğunu ve kendisini kimin var etiğini bilmekten geçer.
Konevî ’nin insanın nasıl bir varlık olduğu konusundaki fikirlerinin anlaşılabilmesi için varlık mertebelerinin neler olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Varlık mertebelerini beş gruba ayıran Konevî, insanın yaratılma aşamalarını bu kategorileştirmeye göre açıklamaktadır. Konevî, varlık mertebeleri konusunda beşli tasnifi ön plana çıkarmaktadır.
Bu mertebeler sırasıyla,
1- Lâ Taayyün Mertebesi (Varlığın vücuda gelmeden önceki mertebe),
2- Manalar Âlemi (Varlığın ortaya çıkmaya başladığı mertebe),
3- Ruhlar Âlemi (Her ilmi suretin cevher olarak ortaya çıktığı mertebe, bu mertebede vücud, bir önceki mertebedeki ilmi suretlere göre ruhlar mertebesine geçiş yapmaktadır),
4- Misal Âlemi (Basit olan şeylerin zahir olmaya doğru aktığı mertebe. bu mertebe, önceki mertebe olan ruhlar mertebesi ile sonraki şehadet mertebesi arasında bir bağlantı konumundadır.),
5- His Âlemidir. (Varlığın beş duyu ile idrak edildiği ve müşahade edildiği mertebe, bu mertebeye şehadet mertebesi de denilmektedir)
“İnsanın ana rahminde belirginleşmesi, kendisinden ortaya çıkan ilk cem’ (toplanma) özelliğindeki hükmün zuhur etmesi ile başlar. İnsan, ilk mertebeden son mertebeye hızlıca intikal ederek varlığını tamamlar.” Konevî bu ifadeleriyle insanın varlığının vücuda gelmeden önceki belirginsizlik (la taayyün) mertebesinden ilk varlığının ortaya çıkmaya başladığı belirginlik (taayyün) mertebesine, oradan da ruhlar mertebesinden varlığın beş duyu ile idrak edildiği (şehadet) mertebeye kadar olan yolculuğunu hatırlatmaktadır.
Konevî’ ye göre insanın mertebelerin özellikleriyle bezenmesi ilahi hükmün bir tecellisidir. Konevî, insanın farklı mertebelerde yaratılması ve her bir mertebenin bilgisine haiz bir varlık olmasını şu ifadelerle dile getirmektedir: “İnsan, çeşitli ve farklı özelliklerden meydana gelmiştir. İnsanda bulunan en üst şey ise ilahi sırdır. İlahi sır, insana özel yön olan vech-i has tecellisidir. Tecellilerin özelliği tecelli edilene, tecellinin gerçekleştiği mertebeye, vakte, hâle ve mekâna göre meydana gelmektedir.”
LA TEAAYÜN MERTEBESİ
Konevî’nin, insanın çeşitli ve farklı özelliklerden meydana geldiğini ifade etmesi, insanın yaratılma aşamalarını yani mertebelerini işaret etmek içindir. İnsanda bulunan en üstün şeyin ilahi sır olduğunu ifade etmesi ise ilk mertebe olan la taayyün mertebesine işarettir. Bu mertebede sadece ilahi bilgi ve ilahi hikmet vardır. Bütün varlıkların bilgisi bu mertebede bulunmaktadır. Son mertebede, görünür hale yani şehadet mertebesine gelen insanın ilk mertebedeki ilahi hikmetle irtibat halinde olması onun berzah mertebesi sayesindedir.
Berzah mertebesi varlık mertebeleri arasında geçişkenliği sağlayan ara bir mertebe olup varlığın bir sonraki mertebeye geçişini sağlayan mertebedir. Bu şekilde insan, her mertebenin bilgisine sahip olabilir. Konevî, varlığın yaratılma şeklini bu şekilde açıklığa kavuşturarak insanın nasıl var olduğu sorusuna cevap bulmaktadır.
İLK VE SON YARATILIŞ MERTEBESİ
İlk ve en yüksek dereceye sahip la taayyün mertebesinden son mertebe olan insanın görünür bir varlık olarak ortaya çıktığı şehadet mertebesine kadar insanın nasıl var olduğu sorusuna açıklık getirilmiştir. Konevî, insanın yaratılış evrelerini açıklarken insanı yoktan var eden Allah’ın isim ve sıfatlarıyla yarattıklarına tecelli ettiğini ,varlıkların, isimlerin cüzleriyle çoğalan ve varlık ile zuhur ettiğine işaret etmektedir.
Hakk Varlık’ın yarattıkları ile olan bağı, insanın iradesine bağlı olarak muhabbet ile açıklanmaktadır. İnsan yaratılırken ilahi isimlerin kendisine olan tecellilerine göre yaratılır. İlahi isimler, insanın istidad özelliklerine tecelli etmektedir.
İnsan-ı kâmilin her zaman her şeyin farkında olamayabileceğini vurgulayan Konevî, eğer farkında olmuş olsaydı hiçbir şey fesada uğramazdı genellemesini yapmaktadır. İnsan-ı kâmilin bilmesi ve farkında olması, varlıkların sürekliliğini ve korunmuşluğunu gerektirir.
Konevî’nin dile getirdiği bir başka şey, Allah’ın, ortadan kalkmasını istediği bir şeyi, kâmil insana unutturur ve böylece ilahi yardım kesilir. Bu bağlamda Konevî’ye göre, âlemin düzeninin korunmasının yolu, insan-ı kâmilin kendisini bilmesi ve farkında olması ile mümkündür. Bu şekilde ancak bir nizam oluşabilir.
Konevî’nin ısrarla üzerinde durduğu husus, insanın bir yandan âlemin ölçüsü olmasıdır. İnsan, kâmilliğini koruyabildiği ölçüde âlem de nizamını korumaktadır. Bu ölçüler ışığında insan, yaratılışı tamamlanıp kemâle eriştikten sonra, hem kendini hemde Rabbini bilmesi halinde varlıkta kendisini müşahede etme imkânı bulabilir.
KONEVİYE GÖRE İNSANIN GAYESİ
Konevî’ye göre âlemin nizamı, insanın kâmil olmasına bağlıdır.
İnsan niçin var oldu sorusuna da cevap arayan Konevî’ye göre, insanın her zaman kemâl sahibi olmak için yaratılması onun yaratılış amacını ortaya koymaktadır. Kemâl mertebesindeki insanın sırrı gayb ve şehadet mertebelerini birleştirerek onların içerdiği şeylerle ilmini tamamlamaktır.
Konevî’ye göre insan, gayesinin ne olduğunu bilmeli, mertebesini tanımalıdır. Yaratılışın sırrını, hükmünü, neticesini ve sebebini öğrenmelidir. Bununla birlikte her insanın bu âleme gelişindeki gaye, kendisi için belirlenen kemâllere ulaşmasıdır. Bu kemâller istidadlarının hükmüne göredir.
İnsan, sadece kendisini ve kendisini yaratanı değil, aynı zamanda bütün varlığı da merak etmelidir. Yine insanın merak etmesi gereken konular arasında âlemde yer alan varlıkların kendisinde nasıl tesir ettiği veya insanın varlıklar üzerinde nasıl tesirde bulunduğu gibi konular da bulunmalıdır.
İnsanın kendi yetkinliğinin farkında olabilmesi için ruhlar âleminde ve dünya âleminde kendisine yüklenen mertebelerin farkında olması gerekir. Doğrusu, insanın bilmesi gerekenler konusunda sınırlanmaması gerekir. Bundan maksat ise insanın kemâl yolculuğunda yetkinliğini arttırmayı sürdürmektir. Bununla birlikte insan, kendisi için belirtilen şeylerden öğrenebildiklerini öğrendikten sonra kendi hakikatinin ilahi hakikatle benzerliğini öğrenmiş olur.Kendi yetkinliğini artırmak amacıyla kendisi için çizilen yolda arayışta olan insan, var olan potansiyelini bir ileri noktaya taşımak ister.
KONEVİDE İDRAK MELEKELERİ
Yetkinleşmesinin imkânı için de bazı melekelere ihtiyaç duyulmaktadır. Biyolojik olarak farklı uzuvlardan müteşekkil olan insanın yetkinleşmesinde
1- Akıl,
2 -Kalp,
3- İrade,
4- Nefs,
İdrak melekeleri önemli rol oynamaktadır. Çünkü insanın ontik yahut ruhsal yapısından kaynaklanan sorumlulukları yerine getirmek için epistemik yetenekler olarak da bilinen bu melekeler, yetkinleşmenin genişliğini göstermesi açısından vurgulanması gereken melekelerdir.
Bir anlamda insanın yetkinleşme için yolda olması (seyr-i süluku) sonrası meydana gelen bağlılıkta (muhabbet) ve ilişki kurmada (münasebet) idrakin faal olması gerekmektedir. İnsanın idraki, varlık ve hayat ile iç içe geçmiş bir olgudur. İlim ve iradeye sahip bir insan, kendisiyle idrak ettiği şey arasında münasebette bulunur. İdrak, idrake mani engellerin ortadan kalktığı bir hakikat oluşuna bağlıdır. İdrak için bilgi edinmeyi zaruri gören Konevî, bilgi olmadan idrak melekesinin istenildiği gibi faal olamayacağını belirtmektedir.
ARABİYE GÖRE MERATİB-İ VÜCUD (VARLIK VE TENEZZÜL MERTEBELERİ )
Vahdet-i vücûd, İbnü’l-Arabî tarafından sistematik hâle getirilen ve Allah ile âlem arasındaki ilişkide varlığın aslında tek/biricik olduğu nazariyesini temel alan bir düşünce sistemidir. Abdurrahîm Fedâî’nin varlık mertebelerini açıkladığı Merâtib-i vücûd adlı manzumesini anlayabilmek için Varlık anlayışının dayandığı vahdet-i vücûd üzerinde genel hatlarıyla da olsa durmak gerekmektedir.
Vahdet-i vücûd Allah’tan başka bir varlık (vücûd) olmadığının idrakinde olmaktır. Buna göre, varlık birdir, o da mutlak mânâda Hakk’ın vücûdudur. O’ndan başka tek başına kâim olabilecek bir vücûd mevcûd değildir. Var olduğu farz edilen tüm vücûdlar O’nun varlığına bağlıdır.İlk olarak İbnü’l-Arabî tarafından sistematik hâle getirilen vahdet-i vücûd kavramı; Allah’ın ezelde var olduğu, ondan başka herhangi bir şeyin bulunmadığı şeklinde açıklanmaktadır.
Vahdet-i vücûd’a göre Allah bu âlemi, kendi isimlerini ve sıfatlarını izhâr etmek için yaratmıştır. Buna göre bu isimler ve sıfatlar, Zât’ın aynıdır ve âlem, sıfatların taayyün ve çıkışından ibarettir. Diğer bir deyişle Allah, âlemde ve onun objelerinde tecellî etmektedir. Vahdet-i vücûd düşüncesindeki yaratılış anlayışını açıklamaya yardımcı olan mertebe kavramı, Vücûd-ı mutlak’ın taayyün ve tecellî esnâsında bulunduğu çeşitli noktaları ifade eder. Diğer birdeyişle vücûd sahibi olabilmek, var olabilmek için vücûd mertebelerinin bir yerinde mevkî yani tezâhür sahibi olmak gerekmektedir. Vücûd-ı mutlak’ın hakikatini idrak ancak O’nun taayyün vasıtasıyla izâfî vücûd mertebelerine tenezzül ederek idrâk olunabilirlik sahasına girmesiyle mümkündür.
Âlemdeki taayyün ve tecellî bir varlık zinciri oluşmasına sebep olmuştur. Vahdet-i vücûd düşüncesi varlığın bu yaratılış zincirinin belirli mertebelerinde bulunmasıyla açıklanır. Vahdet-ivücûdda “yaratma” işinin adı zuhûr, sudûr veya tecellîdir. Vücûd (varlık) sonsuz mertebelerde zuhûr/sudûr/tecellî eder. Mertebeler aslında sayılamayacak kadar çoktur.
İbnü’l-Arabî, vücûdun mertebelere göre açılımını tecelliyatının seyrine uygun olarak bazan ikili, bazan üçlü, bazan beşli, bazan da yedili tasnife göre anlatır.Literatürde en fazla kullanılan yedili tasnif şu şekildedir: Bununla birlikte mertebeler mutasavvıflar tarafından üçlü, beşli (hazarât-ı hams), yedili (merâtib-i seb’a/tenezzülât-ı seb’a) varlık mertebesi şeklinde tasnif edilmiştir. Bazı mutasavvıfların mertebeleri kırklı tasnifle ele aldığı dagörülmüştür.
YEDİLİ TASNİF VARLIK MERTEBELERİ
Vücûd’un muhtelif tecellîlerde görünüşünden yola çıkarak onu çeşitli tasniflere tabi tutan İbnü’l Arabî en genel mânâsıyla mertebeleri üçe ayırmıştır. Sonradan yapılan tasniflerde de bu üçlü tasnif temel alınmıştır. Yani vücûd mertebeleri tasnif biçimlerinin hemen hepsinin İbnü’l-Arabi’nin görüşlerinden hareketle oluşturulmuş olduğu söylenebilir. Ancak yine de vahdet-i vücûd mektebine mensup kimi muhakkiklerce bazı görüş ve farklılıklar da ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında en fazla tercih edilen ise merâtib-i seb’a/ tenezzülât-ı seb’a olarak da isimlendirilen yedili tasniftir. Bu tasnife göre varlık mertebeleri şunlardır:
1. Lâ taayyün mertebesi: Meydana çıkmamak, tenezzül etmemek mânâlarına gelen “lâ taayyün” her şeyden boş olmak mânâsına gelen “ıtlâk” ile de ifade edilir. Bu mertebe Lâhût âlemi ve gayb-ı mutlak mertebesidir. “Itlâk âlemi, amâ-yı mutlak, vücûd-ı mahz, vücûd-ı sırf, ümmü’l-kitâb, beyân-ı mutlak ve gaybu’l-guyûb” gibi adlarla anılan Lâ taayyün mertebesinde ne isim, ne sıfat ne de mevsûf vardır. Hak henüz isim ve sıfatlar âlemine inmemiştir. Her şey O’nun zâtında yok olmuştur. Bu mertebe aşağıdaki iki taayyün mertebesiyle beraber düşünülebilir.
2. Taayyün-i evvel: Bu mertebe bütün mevcutların topluca ve şuunât olarak bulundukları mevtın-i/menzil-i/mertebe-i evveldir. Hak bu mertebede Zâtı’nı, sıfatlarını ve tüm mevcûdâtı icmâl üzere bildirir.Hazret-i vâhidiyyet ve tüm hakikatlerin kaynağı olduğu için hakîkat-ı Muhammediyye de denilen bu ilk zuhûr mertebesi, isim ve sıfatlar mertebesidir.
3. Taayyün-i sânî (İKİNCİ TEAAYÜN ): Hazret-i imkâniyyedeki (mümkünler âlemi/aşağıda gelen dördüncü ve beşinci mertebeler) bütün kesretin hakikatlerini câmi’ olan mertebedir. Bu mertebe bir yönden mevcûdâtın sûretleri üzerinde müessirdir bir yönden de müteessirdir. Bu ikinci taayyün mertebesinde zâhir olan ilmî sûretlere a’yân-ı sâbite denir.İçinde olduğumuz bu âlemdeki varlıkların “ikinci menşei” de bu mertebedir. Şehâdet âleminde zâhir olan sûretler bu ilmî sûretlerin, yani a’yân-ı sâbitenin gölgelerinden ibarettir. Kısaca tanıttığımız bu ilk üç mertebe aynı zamanda ilâhî sıfatlardan olmaları sebebiyle kadîmdirler. Muhtelif tasavvufî ekoller bunları değişik adlarla, bazen de üçünü birden tek başlık altında incelemeye çalışmışlardır.
4. Mertebe-i ervâh: “Rûh-ı a’zâm, âdem-i kebîr, halîfe-i ûlâ, miftâh-ı vücûd, kalem-i îcâd, âlem-i rûh, âlem-i emr, âlem-i gayb, âlem-i ulvî, âlem-i melekût” gibi isimlerle anılır. Bir üst mertebedekia’yân-ı sâbitenin zâhire doğru bir adım daha atarak basit-mücerred kevnî eşyâ/cevher-i basit haline geldiği mertebedir. Bunlar cisim değildir, henüz madde ve terkip oluşmamıştır. “Bâtın” isminin tasarrufunda olduğundan bu mertebedeki varlıklar da henüz gözle görülemez. Gayriyyet bu mertebede başladığından ayrılık ve gayrılık ancak bu mertebeden sonrakilerde bâriz biçimde görülecektir.
5. Mertebe-i misâl: “Âlem-i melekût, âlem-i berzah, âlem-i misâl, misâl-i mukayyed, âlem-i hayâl, âlem-i hayâl-i muttasıl, âlem-i hayâl-i munfasıl, âlem-i simsime, arz-ı hakîkat” gibi isimlerle de anılır. Bu mertebe, mertebe-i ervahtaki basit-mücerred kevnî eşyânın/ cevher-i basitin zâhire doğru bir adım daha ilerleyerek latif ve mürekkep kevnî eşyâ/ cevher-i mürekkep haline gelmesidir. Bu mertebe ervâh âleminde bulunan her bir ferdin cisimler âleminde bürüneceği sûretlerinin birer mislinin zâhir olması sebebiyle misâl mertebesi adını almıştır.
6. Mertebe-i şehâdet: “Suver-i âlem, âlem-i kevn ü fesâd, âlem-i ecsâm” gibi isimlerle anılan bu mertebe mürekkep cevher-i latîfin bir mertebe daha zâhire yaklaşarak artık gözle görülebilen eflâk,erkân ve müvelledâta dönüştüğü âlemdir.
7. Mertebe-i insan: Bu mertebe cismânî, nûrânî, vahdet ve vâhidiyyet mertebelerinin tümünü câmi’dir. Lâ taayyün hâriç tüm mertebelerin hakikatlerini kendisinde toplar. Her mertebe bir ilâhî ismin mazharıdır. İnsan ise Allah isminin mazharıdır. Allah ismi ise nasıl tüm isimlerin üzerinde öncelikli ise bu mertebe de bütün mertebelerin üzerindedir. Aslında hakîkat-ı insâniyye tüm mertebelerin hakikatlerini câmi’ olduğundan ondan hariç bir şey yoktur.
MUTLAK VUCUDUN VARLIK MERTEBELERİ İTİBARİDİR.
ŞEYH EKBER KS : Ve bizim dediğimiz şeyi, ancak kendi nefsinde Kur'ân olan kimse bilir.Çünkü, Allah'tan sakınan için, Allah Teâlâ furkan kılar. Ve o da, onun sebebiyle kulun Rabb'inden ayrıldığı şeyde, bu meselede bizim bahsettiğimiz furkân gibidir. Ve bu furkân da furkânın en yükseğidir (44).
ŞERH: Bilinsin ki,
1- ilk taayyün
2- ve ikinci taayyün
3- ve rûhlar âlemi
4-ve misâl âlemi
5- ve şehâdet âlemi ortağı ve benzeri olmayan bir mutlak vücûdun tenezzülünden husûle gelmiş olan îtibâri mertebelerdir.
Ve bu tenezzül de celâ yâni kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün ve isticlâda yâni ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyününde kemâl içindir. Halbuki celâ ve isticlâ kemâli bu şehâdet mertebesinde açığa çıkan insan-ı kâmilin vücûdu ile tamamıyla hâsıl olmuştur. Bundan dolayı "insan-ı kâmil" mertebesi, mutlak vücûdun tenezzül mertebelerinin altıncı mertebesi olduğundan, insan-ı kâmil kendi nefsinde bütün hazret mertebelerini toplamış olur.
İşte böyle, ilâhi ve varlıksal hazret mertebelerinin hepsini ihâta etmiş olup ilâhi sûreti ve hálk ediliş sûretini toplamış olan insan-ı kâmil, kendi nefsinde Kur'ân olan kimsedir. Ve bütün eşyâyı nefsinde toplamıştır. Ve eşyâ onun vücûdunda biribirine bağlıdır. Bundan dolayı bir hazretin bütün hazretleri toplamış olması ve o bir hazretten ve o hazretteki sûretten gâfil olmayan bir kâmil ârifin, hazretlerin hepsini ve o hazretlerdeki sûretleri muhafaza etmesi işinin esasını zevkan yânî bizzat hakîkatini idrak ile yaşayıp müşâhede eden kimse, ancak kendi nefsinde Kur'ân olan kimsedir.
Fusûsu’l-Hikem Tercüme AVNİ KONUK-
Abdurrahîm Fedâî’- Merâtib-i vücûd
Veysel Karani Altun
Profile image of Marife Dini Araştırmalar Dergisi /