Lozan Osmanlı topraklarının tapu dağıtım töreni olup Misak-ı Milli’den (Milli Yemin’den) vazgeçtiğimizin bir delilidir. Mondros Ateşkes anlaşması esnasındaki sınırların esas alındığı ve bu sınırlar içinde kalan vatanın bölünmez olduğunu kabul eden Misak-ı Milli, Osmanlı Devletinin Meclis-i Mebusan’ında aldığı son karardır. Milli Mücadele, misak-ı milli hedefleri ve “Halifeyi korumak” meselesi esas alınarak yapılmıştır. Milli yemin sınırları dâhilindeki işgalciler defolup gidinceye kadar devam etmesi bütün kongre ve toplantılarda deklere edilerek; halkımızın desteği sağlanmıştı.
Lakin Türkiye’yi temsil eden 1. Murahhas İsmet’in, Misak-ı Milli diye bir derdi yoktu. Neredeyse bütün sınırlar milli yeminimizin aksine değiştirilmişti. Birçok madde Osmanlı Meclisinin kabul etmediği ve padişah’ın onaylamadığı Sevr Anlaşmasının aynısı idi. Her iki anlaşmanın bazı maddeleri yan yana getirildiğinde; noktasına varıncaya dek aynı olduğu görülmüş bununla ilgili olarak bir çok yazı yazılmıştı.
Meclis’te Lozan anlaşmaları ile ilgili olarak “misak-ı milliyi gerçekleştirdik” sözlerine karşı Kocaeli Mebusu Sırrı Bey “Doğru değil” diye cevap vermiş itiraz gelince de “Misak-ı Milli’yi Meclis-i Mebusan’dayken ben yazdım” demiştir. O yıllarda böyle cesurca konuşmak kolay değildi. Çünkü Lozan’a karşı çıkan deniz subayı ve Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey ve Halit paşa gibi pek çok hamiyetli zatlar öldürülebiliyordu. Çünkü Meclis Kürsüsünden saltanat ve halifeliğin kaldırılması görüşmeleri esnasında “ihtimaldir ki bazı kelleler kesilecektir” tehditleri yapılmıştı.
Hahambaşı Haim Naum, Lozan'daki Türk heyetinde yer almış İsmet İnönü'nün başdanışmanıydı. Esther Benbassa'nın yazdığı “Son Osmanlı Hahambaşısı'nın Mektupları” adlı kitaptan tanıdığımız Haim Naum’un Lozan’da ne işi var diyeceksiniz. Lakin kambersiz düğün olur mu? Elbette heyetimize destek bahanesi altında her türlü bilgiyi İngilizlere verecek birisi gerekiyordu. Naum, elinden geleni yapmış Lozan’ın aleyhimize şekillenmesinde büyük bir gayreti olmuştu. Lozan Konferansı'nda görüşmelerin sürdüğü dönemde Paris gazetelerinden birinde çıkan bir haberde Haim Naum'un “Endişe edilmesin. İsmet, benim ahbabımdır. Sözümden çıkmaz. Lozan'da işleri düzeltirim” dediği yazılmıştır!
Elbette bütün İslam düşmanları Lozan’ı “zafer” olarak ilan edeceklerdi. Çünkü misak-ı milli dahilindeki vatan topraklarında” hilalli” sancağımız yerine “haç” bulunan Hıristiyan bayrakları sallanıyordu. Fakat şükürler olsun ki Lozan sınırlarının neredeyse tamamı değişti. Bugün “Suriye ve Irak’ta ne arıyorsunuz?” diye soranlara en güzel cevap “misak-ı milli sınırlarına ulaşmaya çalışıyoruz” olmalıdır. Yoksa neredeyse her maddesi aleyhimizde olacak şekilde şekillenen Lozan Anlaşmasını “zafer” diye yutturmaya çalışanları ciddiye almamak gereklidir.
Lozan’da en önemli husus; “Halifeliğin kaldırılması” meselesidir. Evet, Lozan maddelerinde açıkça “Hilafet Meselesi” yazmaz; lakin görüşmelere konu edildiğini çok iyi biliyoruz. Örneğin ABD’de bir araştırmacı; ABD diplomatının halifeliğin kaldıracağını Washington'a bildirdiğini belgesi ile yazmıştı. Rapor Washington'a 25 Şubat 1924'te ulaşmış Türkiye'deki insanların haberi olmadan önce, Fransa ve ABD yetkilileri halifeliğin kalkacağını öğrenmişlerdi.
Zaten 3 Mart 1924’de hilafet kaldırılmış Lozan kanun tasarısı da İngiliz Avam Kamarası'nda Nisan 1924'te gündeme alınıp kabul edilmiştir. Ağustos'ta diğer taraf devletler tarafından da onaylanmış Eylül 1924’te ise Cemiyet-i Akvam tarafından da tescillenmiştir. Türkiye’yi tanımayan Batılı devletler nasıl ki Halifelik kaldırılmış işte o zaman sıra ile meclislerinde kabul etmişlerdi.
Kazım Karabekir, 1946-1948 yılları arasında yani İsmet İnönü zamanında Meclis Başkanı olmuştu. Araları gayet iyi idi. İsmet Paşa kendisine “1. Dünya Savaşı'nda Macarlar ve Bulgarlar da bizim gibi yenildikleri halde bağımsızlıklarına Hıristiyan oldukları için dokunulmadığını… Biz kendi kuvvetimizle bağımsızlığımızı kazansak bile Müslüman kaldıkça sömürgeci devletlerin ve bu arada özellikle İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını, bağımsızlığımızın daima tehlike altında kalacağını anlattı." Demiştir.
Zaten halifeliğin kaldırılması ile birlikte İslam dünyası başsız düşmüştür. Bugün her ne kadar 2 milyarlık bir nüfusa ulaşmış olsa bile halifelik gibi bir kurum olmayışından dolayı Müslümanlar zillet ve işgal altında; inim inim inlemek durumunda kalmışlardır.
Yıllar önce Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "Lozan hezimettir" sözleriyle başlayan tartışma bugün yine Erdoğan’ın “Milli Mücadele, ülkemizin bağımsızlık belgesi olan Lozan Anlaşması’yla taçlanmıştır” noktasına gelmiştir. Demek ki Lozan’da yürütülen müzakerelerde tongaya düşürüldüğümüzü yeniden açıklamak lüzumu vardır. Aksi takdirde milli yeminimizin ayaklar altına alındığı bu feci anlaşma; halkımıza zafer gibi tanıtılmaya devam edecektir.
Tüm şartları aleyhimizde olan ve Sevr anlaşması öne sürülerek “Ölümü gösterip sıtmaya razı olmaya” benzeyen Lozan hakkında düşünmek gerekiyor. Yunan, Fransız ve Ermeni Savaşlarında başarılı olduğumuz ve zaferle çıktığımız halde nasıl oldu da Lozan’da büyük bir hezimetle karşılaştık? Bu sorunun cevabını verirken anlaşma ile çizilen sınırlarımıza da bakmak gerekiyor.
İşte Misak-ı Milli hudutları dâhilindeki; Batı Trakya, Musul-Kerkük, Kıbrıs, 12 Ada-Rodos, Boğazlar hepsi Lozan’da kaybedilmiştir. Sayılan bu yerlerin dışında başka kayıplarımız da vardır. Halifelikten başka da hezimet ve zillet yaşadığımız noktaları da dile getirmemiz gerekiyor.
Öncelikle Lozan hezimetine geçmeden önce niçin Hamidiye Kahramanı Rauf Bey değil de İsmet İnönü Türkiye’yi temsilen baş murahhas üye olarak bu konferansa katılmıştır? Bu sorunun cevabını vermek gerekir.
Rauf Orbay, İngilizceyi çok iyi konuşabilen, uluslararası ilişkileri iyi bilen, diplomasi uzmanı olduğu gibi Heyet-i Temsiliye Reisi Ünvanı (Yani Türkiye Başbakanı) olan yurt dışında da itibarlı bir insandı. Sadece Türkiye’de değil uluslararası kamuoyunda da takdir ediliyor başarıları dillere destan bir gemi komutanı olarak kendisinden söz ediliyordu. Konferansa gitmeye de talipti zira Mondros Mütarekesini imzaladığı için çok üzgün olup bu sayede yapılan haksızlığı önleyeceğini düşünüyor vatanına karşı kendini borçlu hissediyordu.
Fakat İngilizler bunu istemiyordu. Çünkü Rauf bey, kimsenin keyfi emirlerini dinlemiyor doğru bildiğinden asla şaşmıyordu. Buna mukabil İsmet İnönü, emir dinleyen bir askerdi. Lozan’a kalpaklı gidip melon şapka ile dönecek kadar inançları ve dini değerleri zayıftı.
İngilizler, öncelikle Halifeliğin kaldırılmasını istiyorlardı. Zira 1. Dünya Savaşında Hintli Müslümanlar, İngiliz Ordusunda Müslümanlarla savaşmamak için isyan çıkarmışlardı. Ne yapıp edip halifelik kaldırılmalıydı. Zaten Halifeliğin kaldırıldığının hemen ertesinde İngiliz Meclisi Lozan Anlaşmasını onaylamışlardı.
Asıl mesele buydu. Bu nedenle Rauf Bey’i istemediler. Zira bu konuda Rauf, bütün planları boşa çıkartabilirdi. Bu yüzden İsmet gibi silik birisinin seçilmesini istediler. Bundan sonrası ise tam bir tiyatro idi. İngilizler Lozan’da istedikleri her şeyi aldılar. Buna mukabil vermek istemedikleri bütün bölgeleri de muhafaza ettiler. Peki, nasıl oldu bu iş? Madde madde sayalım:
Batı Trakya: Halkı Müslüman olan bu bölge savaştan önce Bulgar sınırları içerisindeydi. Burada bağımsız bir Türk devleti kurulmuştu. Fakat hiçbir dönemde burada egemenlik kuramamış olan Yunanistan’a bırakıldı.
Kıbrıs: Osmanlı devleti tarafından İngilizlere kiralanmıştı. Yani tapusu Osmanlının mirasçısı olan bizdeydi. Lakin Duyun-u Umumiye borçları mirasçı olarak bize bırakıldığı halde Kıbrıs İngilizlere bırakıldı.
Musul-Kerkük: Diğer bölgeler gibi Misak-ı Milli sınırları içerisinde olan bu bölge, Mondros Ateşkes anlaşması imzalandığında hala Osmanlı toprakları içerisindeydi. Lakin ateşkese rağmen İngilizler bölgeyi işgal ederek fiili durum meydana getirmişlerdi. Bu bölgeyi Lozan’da alamayan İngilizler kurnazlık yaparak önce ikili anlaşmaya, sonra da kendi hâkimiyetleri altında olan Milletler Cemiyetine taşıyarak bağırta bağırta Musul ve Kerkük’e el koydular. İşin daha kötüsü Türkiye’yi bu şekilde ahmak yerine koymuş üstüne üstlük dalga geçmişlerdi.
12 Ada ve Rodos: Trablusgarp (Libya) savaşları esnasında işgal edilen bu adalar savaşın sonucunda imza edilen Uşi Anlaşması gereğince Osmanlı Devletine iade edilecekti. Fakat bu anlaşma maddesi dahi uygulanamadı. Hâlbuki en kolay madde buydu. Adalar İtalyan işgaline bırakıldı. Nitekim yıllar sonra İtalyanlar ve Almanlar çekilirken adaları Türkiye’ye vermek istediler. Fakat İsmet baştaydı ve vatanın küçülmesi için çok gayret gösteriyordu. 12 Ada, Rodos ve Meis’i Yunanlılar işgal etti.
Ege Adaları: Midilli başta olmak üzere boğaz önü adaları Türkiye’ye verilmesi gerekiyordu. Burada çeşitli kepazelikler sonunda Limni gibi bir kısım adaların Türkiye’ye verilmesi kabul edilmiş olduğu halde Lozan heyeti tarafından unutularak Yunanlılara bırakıldı. Karasuları dahilindeki 3 millik küçük ada ve kayalıklar Türkiye’ye verilmişti. Fakat 1936 yılında Yunanistan karasularını tek taraflı olarak 6 mile çıkardı. Biz ise 1982 yılında 6 mile çıkardık fakat 6 mil sınırları içindeki küçük ada ve kayalıkları ülke sınırları içine almayı akıl edemedik.
Boğazlar: İstanbul ve Çanakkale boğazı askerden arındırılarak serbest bölge haline getirildi. Kısaca Türkiye, boğazlardaki egemenlik haklarının neredeyse tamamını bu şekilde Lozan’da kaybetmişti. 1936 senesinde Sovyetler Birliği devreye girerek “limanlarım her türlü tehdide açık” diyerek yeni bir düzenleme istedi de bu sayede Montrö Anlaşması ile bazı egemenlik haklarımızı geri aldık. Hala bu anlaşma yürürlüktedir.
Suriye-Halep: İstiklal savaşında her türlü yardımı yapan ve ahalisinin büyük bir kısmı Türk olan bu topraklar Fransız egemenliğine bırakıldı. Nihayet 1938 yılında İskenderun Sancağı oylama yapılarak Türkiye’ye bağlandı.
Boğazlar, Hatay, 12 Ada, Kıbrıs ve daha birçok sınır Lozan Anlaşmasına rağmen delinmiştir. Hatta Boğazlar Tüzüğünün onaylanarak yürürlüğe girmesi gibi üçüncü defa değişiklikler olmuştur. Lakin Lozan’a aynı Yunanistan gibi bizim bazı partilerimiz kimseyi dokundurtmamaktadır. Yahu zaten neredeyse bütün maddeleri yürürlükten kalkmıştır. Dokunsan ne olur dokunmasan ne olur?
Galiba Lozan değişirse tüm dünya ülkemizi tanımayacak diye korkuyorlar. “Lozan’ı reddettiğiniz için sizi tanımıyoruz” diye ahmakça bir inançları var. Yok eğer mesele ahmaklık veya aptallık değilse işin rengi değişir. Çünkü aleyhimizde gelişen statükonun bozulmasından rahatsızlık duyuyorlar demektir ki; bu ise milli bilincin ne derece sukut ettiğine bir delil olur. Yahu! Ezik ve zillet içinde bir Türkiye’den kime ne hayır gelir? Niçin Osmanlı dedemiz gibi başı dik, onurlu ve büyük bir devlet olamaya gayret etmiyoruz? Başımızı dik tuttuğumuz zaman bundan gocunan kimler acaba?
Lozan anlaşmasının toprak parçalarındaki egemenlik hakları ile ilgili bölümleri bu şekildedir. Batum ve daha nice toprak parçası ile ilgili haklarımız terk edilmiş olup bir hicran yarası olarak kalmıştır. Hala Lozan için “zafer” diyenler ya su katılmamış ahmaktır ya da kasıtlı olarak tarihimizi çarpıtmaya çalışan kurnaz İslam düşmanlarıdır. Yahu toprak parçaları ile ilgili bölümler bu kadar açık ve net bir biçimde elimizden alınmış ve millet olarak bizi aşağılayan devletlere karşı hala Lozan’ı övüp hayran kalmanın anlamı nedir?
Şimdi Kıbrıs, Boğazlar, Irak ve Suriye konusunda kaybettiklerimizi 95 yıl geçtikten sonra geri almaya çalışıyoruz. Diğer taraftan Kanal İstanbul sayesinde Boğazlar Türkiye’nin tam egemenliği altına alınacak Boğazlardan geçişte artık eskiden olduğu gibi beleş geçmek olmayacak.
Aslında güçlü bir siyasi irade olsa 6 mil dahilindeki bütün küçük Ege ada ve kayalıklarını da sınırlarımız dahiline alma imkanımız dahi vardır. Çünkü bizimkiler uyurken Yunanlılar bir çok ada ve kayalığa kendi bayraklarını çekmişlerdir. Bir gece ansızın gidip o bayrakları kaldırıp yerine “Ay Yıldızlı” İslam sembolü sancağımızı dikmemiz gerekiyor. Nasıl ki Suriye’ye girerek PKK paçavralarını kaldırdığımız gibi, Lozan’da kaybettiğimiz milli yeminimizin kalan parçalarını geri almaya çalışmamız şarttır.
Lozan’ın içyüzünü anlatan Necip Fazıl Kısakürek, yıllarca memleket hapishanelerinde çile çekmiştir. Aynı şekilde Bediüzzaman Said Nursi de; Emirdağ Lahikası aşağıdaki şu kısımda geçtiği üzere Lozan’da yaşadığımız kayıpları dile getirmiştir. Bu nedenle her iki İslam kahramanını pek sevmezler. Bera-yı malûmat arz ediyorum:
Büyük Doğu’nun yirmi dokuzuncu sayısında; "Lozan’ın İçyüzü" diye yazılan makaleden.
İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en mânidar sözünü söyledi. Dedi ki:
"Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz."
Lozan’da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıtları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hıristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesat kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:
"Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden, yani an’ane-i İslâmiyetten kurtulmak hususunda besledikleri -yâni İsmet’in beslediği- azmin, inkâr edilmez delilidir."
Harfi harfine iktibas ettiğimiz bu sözlerle, Türk başmurahhasının, yâni İsmet’in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak hususunda Türk milletine beslediği kat’î azimle ne kasdettiğini ve bunu hangi maksat altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz diye takdim ettiğini sormak lâzımdır… Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında, "Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?" diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap:
"İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz” vesselam…
Vehbi KARA