Necdet Atlas ağabeyimi bir Cuma ve Mevlid kandili gününde kaybetmiştik. Kendisi; her yönden örnek alınacak çok değerli bir asker ve denizciydi…
Askeri okula girdiğim 1982 yılında Deniz Harp Okulundan mezun olmuştu. O yıllarda eşine az rastlanan dindar bir subaydı. Beş vakit namazını kılar ve inançlarından asla taviz vermezdi. Bahriye öğrencisi iken böyle bir subayla tanışmış ve denizcilik hayatımda kendisini örnek almıştım.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra Askeri okullarda ve Bahriye Mektebinde dindar bir öğrenci kıyımı yapılıyordu ve hayat çok zordu. Namaz kılan öğrenciler, derslerdeki başarısına ve disiplinli olmasına bakılmaksızın “gerici” yaftası ile fişlenip acımasızca okuldan atılırlardı.
O tarihlerde darbeci cunta lideri Kenan Evren’in çıkardığı kanunlar ile askeri okuldan atılan bir öğrenciye adeta “bu vatanda hayat hakkı tanınmazdı”. Askeri okul masrafları adı altında ağır bir senet imzalatılarak bunun bedeli tahsil edilir, üniversite ve diğer okullarda okumasına müsaade edilmez hatta mecburi askerliği “sakıncalı er” statüsünde yaptırılarak büyük bir korku estirilirdi. Yetmedi kamu imkânlarından yararlanma ve memur olma hakları engellenirdi.
O darbe yıllarında inanılmaz derecede din düşmanlığı yapılırdı. Ben de bu durumdan etkilenmiş eşimin başörtüsü nedeni ile yasadışı bir örgüt olan Batı Çalışma Gurubu tarafından fişlenerek “sakıncalı subay” statüsüne alınmıştım. Deniz Harp Okulundan başarılı bir şekilde mezun olmama rağmen Yüksek Askeri Şura kararı ile re’sen emekli edildiğim için bu yüzden dolayı ayrıca cezalandırılmıştım.
Öyle ki; kendi isteğim dışında emekli edilmeme rağmen “mecburi hizmetimi doldurmadığım” gerekçesi ile bu borç senedini bana da ödettiler. Daha doğrusu bana kefil olan bir aile dostuna icra yolu ile ödettiler. Bunu duyduğumda şok olmuştum. Derhal bana kefil olan kişiye bu senedin parasını ödedim. Lakin dindar insanları yıpratma operasyonu başarı ile uygulanmış ve inançlarının gereğini yaptığı için direnen kişiler ve aileleri haksız ve çirkin bir şekilde cezalandırılmıştı.
İşte öğrencilik yaptığım bu yıllar; devletin dindar insanlara acımasızca terör uyguladığı darbe dönemiydi. Askeri okullarda namaz kılmak, oruç tutmak hatta “dindar birisi olarak görünmek” çok tehlikeliydi. Bu durumu Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) fırsata çevirip inançlarının gereğini yapmak isteyen öğrencileri çok farklı şekillerde korkuturdu.
Su katılmamış bir İslam düşmanı olan Feto, darbeci kökten gelen askerlerin tam da istediklerini yaparak “namaz kılmayın, oruç tutmayın” gibi İslam’ın temel ibadetlerini yapanları engellemeye çalışırdı. Bu sayede yüzlerce askeri okul öğrencisi örgütün içine çekilmiş ve 15 Temmuz 2016’daki askeri darbenin yapılmasını sağlamışlardı.
FETÖ örgütünün ne derece dehşetli olduğunu ve nasıl örgütlenerek askeri öğrencileri zehirlediğinin ispatı çok kolaydır. Zira mezun olduğum 1986 sınıfındaki askeri okul öğrencilerinden 8 tanesi tümamiral ve tuğamiral olarak 15 Temmuz darbesine katılmıştır. Amiral olmadan darbeye iştirak edenlerin sayısı da az değildir…
İşte askeri okul öğrencileri her iki taraftan dehşetli bir kıskaç içine alınmışlardı. Koskoca Bahriye mektebinde beş vakit namazını kılan öğrenci kalmamıştı. Öğrencilere ayrılan alan küçük olduğundan namazları gizli kılmanın da imkânı yoktu. 16 Kişilik koğuşlarda herkesin görebildiği ancak cam kenarlarında kalan küçücük bir yerde namaz kılınabilirdi.
Okulda saatler hatta dakikalar bile eğitim faaliyetleri ile doldurulmuştu. Gece yatarken dahi belirli bir saatten sonra ortalıkta dolaşmak yasaktı. Bu nedenle koğuşta ve ders aralarındaki teneffüs saatlerinde kalorifer dairesi, merdiven altları gibi yerlerde namazlarımı kılmaya çalışırdım.
Deniz Harp Okulunda kıldığım namaz ve oruçların tadını ise asla unutamam. Hayatım boyunca namaz ve oruçlarımdan en çok lezzet aldığım dönem; bu askeri okul hayatım esnasında olmuştur. Rabbim, bütün okuyucularımı ve beni, ibadetlerini zevk ve huzur içinde yapan insanlardan eylesin…
İşte bu kadar zor şartlar altında olmasına rağmen namazlarımı kılmamın en önemli sebeplerinden bir tanesi Necdet Atlas kaptan idi. Çünkü o acımasız şartlarda ve vicdansız insanlar içinde; beş vakit namazını kılmış oruçlarını tutabilmişti. Benim ne eksiğim vardı ki! “Necdet Ağabey yapıyorsa ben de yaparım” diyerek boynumun borcu olan ibadetlerimi yapmaya çalışıyordum.
İlginçtir ki; Necdet Ağabeyin gittiği aynı çizgiden bende gitmeye başlamıştım. İkinci sınıfta branşlara ayrılırken aynı şekilde Kontrol Sistemleri bölümüne girmiş mezun olunca da silah subayı olmuştuk. Hem askeri okulda hem de görev yaptığımız donanma savaş gemilerinde namaz borcumuzu hiçbir tehdide aldırış etmeden eda edip kılarak; diğer arkadaşlarımıza örnek oluyorduk.
Bahriye mektebini bitirip mezun olduktan sonra bu sefer “alkollü içki içme” kepazeliği ile baş başa kalmıştık. İçki içmeyince özellikle savaş gemilerindeki bazı komutanların düşmanlığını kazanıyorduk. Ne de olsa Başbakanlık konutunda “burada rakı yok mu*” diyecek kadar kabalaşan Deniz Kuvvetleri Komutanımız vardı.
Necdet Ağabeyim, daha teğmen rütbesinde iken alkollü içki içmediği için gemi komutanının ağır baskısı ile karşılaşmıştı. Ben de aynı çirkinliğe ve terbiyesizliğe maruz kalmıştım. İzmir Orduevinde sırf bu yüzden gemi komutanı tarafından ağır tehdit ve hakaretlere maruz kalmış olsam da “Necdet ağabeyim nasıl dayanmış ise ben de dayanırım Evvelallah!” diyerek direnmiştim. Ne ilginçtir ki içki içmediğim için bütün subaylar “suçlu ben imişim” gibi davranıyordu. Fakat ağır hakaretler sonrasında gemi çarkçıbaşısının müdahalesi ile gemi komutanı geri adım atmak zorunda kalmıştı.
Her türlü zorluğa rağmen Necdet Ağabey, çok başarılı bir subay olup zorlukların üstesinden gelmeyi başarıyordu. Bu yüzden daha rütbesi Yüzbaşı iken çok daha üst düzeydeki subayların yaptığı “Harp Filosu Personel Komutanlığını” dahi yapmıştı. Çevresinde de çok sevilirdi. Hatta dindar olmayan arkadaşlarımız dahi kendisini çok sever, beyefendiliği ve örnek bir asker olması nedeni ile kendisini yere göğe sığdıramazlardı.
Askerlik mesleğinde ise kusursuz bir subaydı. Örneğin; Yücetepe Muhribinde Silah Subayı iken bizim gemiden tayin olarak ikinci komutan olarak oraya giden bir subaya, uzun süre vekâlet etmişti. Daha sonra tümamiral rütbesine yükselen bu zat; kurslarda keyif çatarken 2. Komutan olarak kendisine vekâlet eden Necdet Yüzbaşı bütün atışlı tatbikatlardan ve denetlemelerden başarı ile geçmişti. Bütün başarıları siciline değil; Bahriyedeki özel subayların hanesine yazılıyordu. Fakat iş takdirname vermeye gelince maalesef bu kadar çok başarısına rağmen küçücük teselliyi dahi çok görmüşlerdi.
Çünkü Necdet Ağabeyimin eşi başörtülü idi. O tarihlerde böyle bir davranış büyük bir suçtu. Amirallerimiz, askeri disiplin ve tatbikatlardaki başarı yerine; “stilist, modelist” olmuşlar; eşi baş örtülü subayları ordudan atmayı en önemli vazife olarak görmeye başlamışlardı.
Neredeyse her konuda Necdet Ağabeyimi takip eden ben; bu sefer ordudan resen emekli edilirken birkaç aylık farkla öne geçmiştim. Necdet Yüzbaşı benden sonra Yüksek Askeri Şura kararları ile ordudan ayrılmak zorunda bırakılmıştı. 28 Şubat 1997’nin o karanlık günlerinde her ikimizde çok sevdiğimiz askerlik görevini bırakmak zorunda kalmıştk.
Kaderimiz sivil hayatta da Necdet Ağabeyimle yine aynı çizgide devam ediyordu. Ben Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesinde Müdür Yardımcısı olarak görev yaparken Necdet Abi “danışman” olarak yine aynı yerde görev yapıyordu. Fakat buradaki görevimiz de çok uzun sürmedi.
O tarihte Belediye Başkanı Erdoğan’a “neden ordudan atılmış subaylara görev veriyorsun” diye büyük baskılar yapılıyordu. Devletin denetim memurları raporlar yazıp “burada da çalışamazlar” diyerek Erdoğan’ı sıkıştırıyorlardı. Fakat Erdoğan’ın dik duruşu sayesinde sonuç alamadılar. Nihayet “Siirt’te bir şiir okudu” diye görevden alıp hapse attılar. İşte bu durum; bizim de İstanbul Büyükşehir Belediyesinden ayrılmamızı gerektirdi. Zira yeni başkan Ali Müfit Gürtuna, derhal işimize son vermişti.
Bu sefer rızkımızı ticaret gemilerinde aramaya başlamıştık. Necdet Ağabeyim tanker komutanı olarak görev yaptığı için “uzak yol kaptanı” ehliyeti almıştı. Ben de muhriplerdeki görevlerimden dolayı ancak “uzak yol birinci zabiti” ehliyeti almıştım. Bu ehliyetle 2. Kaptan olarak çalışıyordum.
Necdet Ağabeyim ehliyeti yüksek olduğu halde ticaret gemilerinde 4. Kaptanlıktan işe başlamıştı. Yaptığı görevi “en güzel şekilde icra etmek” onun yöntemi idi. Kimseye işinden dolayı tek bir söz söyletmezdi. Nihayet ben sınavlara girip ehliyetimi yükselterek; Necdet Ağabeyim de “kendisi” zamanın geldiğine karar vererek; ticaret gemisi kaptanlığına başladı.
Her iki arkadaş, bir çok denizcilik firmasında kaptan olarak çalıştıktan sonra nihayet bir büyük bir konteynır firmasında tekrar bir araya geldik. Bu vesile unutması mümkün olmayan bir hatıramı aktarmak isterim:
Donanmada iken özellikle Deniz Kurdu tatbikatlarında gemiler arasında yarışlar olurdu. Tersaneden henüz çıkmış yani makinelerinin bakımı yapılmış gemiler kendi aralarında yarışırlardı. Önce borda nizamı ile ilerlenir, Filotilla Komodorunun (Aynı tip savaş gemilerinin bir araya geldiği küçük filonun komutanı) telsizden verdiği “başla” emriyle birlikte, gemi kazanları maksimum düzeyde çalıştırılarak azami sürate çıkılırdı. Böyle bir yarışta 32 knots (yaklaşık saatte 60 kilometre) hıza ulaşmamıza rağmen diğer gemi ile girdiğimiz yarışı kaybetmiştik. Şu an İzmit’te müze olarak kullanılan TCG Gayret gemisi ile buna benzer çok hatıram olmuştur.
İşte Bahriyeden ayrıldıktan sonra bu sefer ticaret gemilerinde iken yine böyle bir yarışa girmiştik. Bahriyede “Gazi” lakaplı Necdet Ağabey ile aynı şirkette çalışıyorduk. Tevafuk bu ya, Çanakkale Boğazında karşılaşmıştık. Üstelik aynı yöne doğru seyir yapıyorduk. Ben “Wanda A” isimli gemi ile İzmir’e, Necdet Ağabey ise “Sami A” adlı gemi ile Tunus’a doğru gidiyorduk.
Necdet Kaptan’a “yarışa var mısın?” Diye sordum. Bana “varım” dedi. Eğer kazanırsa ona bir tepsi baklava ısmarlayacağımı söyledim. Kabul etti.
İki gemi ile beraber Çanakkale boğazından çıkmıştık ve “boğaz seperasyon hattının bitimi” denilen noktaya gelmiştik. Yarışı da o noktadan itibaren başlatacaktık. Bozcaada’yı kim önce bordalarsa yani geçerse, yarışta o galip gelecekti.
Başmühendisi köprüüstüne çağırarak yarışa gireceğimizi ve makineye “Allah ne verdi ise yüklenmesini” söyledim. “Elinden geleni yapacağını”, söyleyerek aşağıya kumanda odasına indi.
Benim gemim 24 yaşındaydı ve Doğu Almanya tersanelerinde inşa edilmişti. Necdet Ağabey’in gemisi ise aynı yaşlarda ve İtalyan yapımı bir Ro-ro gemisi idi. Daha sonra Ro-ro’dan yani kamyon ve TIR taşıyan gemiden, konteynır taşımacılığına dönüştürülmüştü.
Yarış başladı ve ben yavaş yavaş öne geçmeye başladım. Zira daha önceden ağır yakıta geçmiştim. (Fueloil yakıtı; ağır yakıt olarak ifade edilir ve açık denizde kullanılır. Boğaz geçişleri ve manevralarda ise daha hafif olan dizel oil kullanılır, bu yakıt ile manevra yapmak daha uygun fakat maksimum sürate çıkmak daha zordur)
Necdet Ağabey’e ” baklavayı unut” deyip gemisinin sürati ile dalga geçmeye başladım. Hâlbuki bir müddet sonra çalıştığı bu gemiye ben kaptan olacaktım. Bana “acele etme birazdan ağır yakıta geçeceğim, o zaman görürsün” dedi.
Gerçekten de bir müddet sonra Sami A, bana yetişti ve bu sefer Necdet Ağabey benim gemiyle dalga geçmeye başladı. Yolda minibüs şoförlerinin birbirlerine laf attığı gibi bu sefer biz de deniz ortasında birbirimizle laf atıyorduk. Telsizdeki bunun gibi işlere ayrılan bir kanaldan konuşuyor, bahriyeden kalma sözlerle yarışıyorduk. Denizcilik hayatımda hiç unutamadığım çok güzel bir hatıradır.
Sonunda açık ara Necdet Ağabey yarışı kazandı. Baklavayı “Türkiye’ye dönünce ısmarlarım” diyerek, geçiştirmeye çalıştım. “Sonra bakarız” diyerek o yoluna ben yoluma devam ettim.
Aradan birkaç ay geçmişti ki bu sefer ben Sami A isimli gemiye kaptan olarak gittim. Necdet Abi’yi “ne yapalım galip gelen geminin kaptanı ben oldum” diyerek kandırmaya çalıştıysam da Gazi, öyle laf kalabalığına bakıp, öyle külyutmazdı! Bana ne zaman olursa olsun muhakkak “baklava borçlu olduğumu” söyledi. Nihayet yıllar sonra Üsküdar’da bir yerde borcumu ödeme imkânı buldum.
Evet, Bahriyede kurulmuş güzel dostluklar işte bu şekilde sivil hayatta da devam etmişti. İdeallerinden ve doğruluğuna inandığı gerçeklerden yılmayan azimli insanlar çoğu zaman işlerinde de muvaffak olurlar. İşte Necdet Ağabey gibi insanlar, Türkiye’nin en iyi gemilerinde ve şirketlerinde görev yaptılar. Çalıştığı firmalar ise böylesine başarılı kaptanları kaybetmemek için türlü türlü ödüller verirler. Namları bütün ticaret gemilerinde yayılmıştır.
Hatta bir defasında ABD’de deniz ortasında mahsur kalan balıkçıları kurtaran Necdet Ağabey bir çok gazetenin başlığında “kurtarıcı” olarak geçmişti. Bahriyede olduğu gibi ticaret gemilerinde de çalışkanlığı, efendiliği ve centilmenliği ile görev yapan kişilerden bir tanesidir Necdet Atlas Kaptan…
Ülkemizin bayrağını gurur ve şerefle dünyanın her yerine taşımıştır. Hatta denizcilikte en zor işlerden sayılan tanker kaptanlığı konusunda da en çok aranan kişilerden birisi olmuştur. İşte bu görevde iken kendisini Basra Körfezinde seyirde iken bir kalp krizi nedeni ile kaybettik. Bütün denizcilik camiasının ve İslam aleminin başı sağ olsun…
Bu değerli ağabeyimi kaybetmenin acısı bende derin bir iz bırakmıştır. Anne ve babam kadar kendisini çok severdim. Lakin ölüm Allah’ın emridir. Her nefis ölümü tadacaktır. Rabbimden niyazım; iman ile yaşamayı ve ölmeyi, hepimize nasip etmesidir.
İnna lillah ve inna ileyhi raciun…
Dileyen okuyucularıma bu güzel anıları ve daha fazlasını anlattığım denizcilik hatıralarını; internetten kolayca bulunup satın alınabilen “Bahriyede 15 Yıl” isimli kitabımdan okuyabilirler, vesselam…