Pazar günü yayınladığımız denizcilik hatıralarına bu hafta küçük bir farklılık getireceğiz. Kendi anılarımızdan değil de yakın tarihimize ışık tutacak önemli bir hatıra kitabından bahsedeceğiz. Kitaptan yani “Bir Bahriye Zabitinin Anıları’ndan” bahsetmeden önce çok önemli birkaç hususa değinmek istiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti resmi tarihi çok fazla çarpıtma ve çelişkilerle doludur. CHP’nin tek partili baskıcı rejimi; bugün dahi gerçeklerden çok farklı bir şekilde anlatılmaktadır. İlkokuldan üniversiteye kadar hatta yüksek lisans ve doktora çalışmalarından sözde “tarih seminerlerine” kadar tek partinin yalanları vatandaşlarımıza hiç utanılmadan gerçekdışı olarak öğretilmeye çalışılmaktadır.
21.Yüzyıl’ın ilk çeyreği bitmek üzere iken dahi bu acı gerçekle karşı karşıya kalmış durumdayız. Peki, bu tarih bilimi adına işlenen cinayetlere hiç ses çıkarmayacak mıyız? Elbette hayır! Hatıra ve anılardan meydana gelen yazılara bu açıdan bakmakta yarar vardır.
Devletin ideolojik bir yapıya büründüğü ve çoğu Sabetay Tarikatına mensup yazarların girdiği çukur öylesine derin ve pislik doludur ki; temizlenmesi çok zordur. Aslında bu yapıya mensup yazarlar ve devletin resmi tarih yalanlarının üretildiği kurum mensupları için düştükleri acınaklı duruma üzülmemek mümkün değildir.
Zira bu çirkin işe çoğu zaman bile isteye girmekte ve devletin kasasından tarih bilimine ihanet etme pahasına bol bol rızıklanmaktadırlar. Fakat “Yalanlarla istediğin yere kadar gidebilirsin, fakat dönemezsin” sözünde olduğu gibi öyle bir an geliyor ki; bu yazarların acı gerçeklerle yüzleşme durumu söz konusu olmaktadır. Bu nedenle yalan söyleyerek battıkça batmaya devam eden bu zavallıları bir kenara bırakalım. Doğruların ve bazen acı dahi olsa gerçeklerin peşinde koşmaya devam edelim.
Resmi tarih yalanlarına karşı yapılabilecek en etkili yöntem; kişilerin bizzat kaleme aldıkları anı ve hatıra kitaplarıdır. Resmi tarihin ürettiği yalanlara karşı “birinci tekil şahıs tarafından” yazılan bu kitapların çok büyük önemi vardır. Çünkü bu anı ve hatıra kitaplarında yazının öznesi kitabın yazarıdır. “Buraya gittim” veya “şu sözleri sarf ettim” gibi olaylar izah edilirken tamamen bireysel düşünceler ifade edilmezler. O dönemin sosyal ve psikolojik durumunu da izah etmektedir. Ayrıca anı yazılarında devletin ideolojik süzgecine takılmadan ve resmi tarihe bağlı kalmadan kitap yazmak mümkündür.
Anı ve hatırat hazırlayan çoğu yazar; yaşadığı hatıraları detayları anlatırken alabildiğince özgürdür. İnandığı ve gördüğü olayları yazıp izah etmeye çalışır. Bu kitaplarda resmi tarihin yalanlarını sürdürme kaygısı yoktur. Bilakis çoğu kişiden farklı düşünceler dile getirildiği için yazarın övünç kaynağı olabilmektedir.
İşte bu makalemizde bir bahriye subayının başından geçen olayların anlatıldığı kitaptan özetler vererek; gerçek tarihimize ışık tutmaya çalışacağız. Bu sayede resmi tarihte geçen fakat mantıklı bir izahı olmayan ve kopuk kopuk anlatılarak mana bütünlüğü bozulan olaylar arasında bir bağ kurmaya çalışacağız. Umulur ki; araştırmacılar gerçeklere bir parça daha yakın olma imkânı bulsunlar.
M. Celalettin Orhan isimli emekli olmuş bir bahriye subayının kitabından bahsederken benzer şekilde kaleme alınan kitapların adını da vermek gerekiyor. Çünkü Türk Deniz Kuvvetlerinin yakın dönemi maalesef karanlıkta bırakılmıştır. Tarihçiler ve denizcilikle ilgili kitaplar basan yayınevleri, bahriye teşkilatımızı ve yapılan birçok önemli işi adeta görmezlikten gelmektedirler. Kendi ağızlarından çıkan bu bilgiler; belirli bir dönemi değerlendirirken sosyal olayların aydınlatılması için eşi bulunmaz fırsatlar sunmaktadır. Birkaç tane örnek verelim:
CHP’nin tek partili döneminde iktidardaki yöneticiler ile ters düşen Rauf Orbay, ne yazık ki ömrünün önemli bir bölümünü yurt dışında geçirmiştir. Fakat yaşadığı olayları değerlendirmiş ve “Cehennem Değirmeni” isimli iki ciltlik siyasi hatıralar kitabını yayınlayarak birçok önemli olayı açıklığa kavuşturmuştur.
Bir başka bahriye subayı olan Türkiye’nin en önemli şair ve edebiyatçılarından olan Necip Fazıl Kısakürek, kaleme almış olduğu “Put Adam” kitabı ile Cumhuriyetimizin ilk yılları hakkında önemli bilgiler neşretmiştir. Fakat ne yazık ki bu kitap birkaç yıl önce yayınlanmış olmasına rağmen mahkeme kararı ile yasaklanarak, toplattırılmıştır.
Makalemizde geçen Celalettin Orhan’ın anılar kitabı da; Orbay ve Kısakürek gibi cesur ifadeler ile doludur. Ne ilginçtir ki; önceki yazarlarının başına gelen felaketler Orhan’ın başına gelmemiştir. Bunun en önemli sebebi; kitapta sık sık geçen CHP Genel başkanı hakkındaki övücü satırlar olsa gerektir. Fakat kitabın bütününe ve Orhan’ın başına gelen olağanüstü olumsuz durumlara baktığınızda; bu yazarın yine de bazı kurumların haksız baskılarına maruz kaldığını görmeniz mümkündür.
Bu vesile ile “Bahriye’de 15 Yıl” ve “Altı Ayda Altı Kıta” ismiyle yayınladığım ve internetten kolayca satın alınabilen kitaplarımdan da bahsetmek istiyorum. Benim yayınladığım kısımlar denizci olarak yaşadığım dönem olan “1980 ile 2017” yılları arasındaki olaylar ve askeri darbe dönemleridir. Cumhuriyetin ilk dönemleri ile ilgili değil de kapalı kapılar ardında kalmış olan bahriyedeki yakın tarih olayları ile alakadardır. Karanlıkta kalmış birçok ilginç olayın içyüzü anlatılmaktadır.
Örneğin; ABD’nin Saratoga isimli uçak gemisinden atılan Sea Sparrow güdümlü mermilerinin Muavenet isimli muhribimizi vurması olayının perde arkası; yaşanmış olaylar referans verilerek izah edilmektedir. Kitabımı okuyanlar basında yayınlandığı gibi bu olayın “kaza” değil; ABD’nin “kasıtlı olarak dost ve müttefik bir ülkeye ait gemiyi kalleşçe vurması” şeklindeki çirkin bir olay olduğunu kolayca anlayacaklardır.
Olayların perde arkasını araştırmak ve gerçekleri resmi tarihin yalanlarına bağlı kalmadan öğrenmek isteyenler işte bu ve benzeri kitaplara bularak öğrenebilirler. Fakat bana ait bu kitaplar kolayca bulunabilir de; Orhan, Kısakürek ve Orbay’ın bahse konu kitaplarını ancak nadir kitapların satıldığı yerlerde bulabilirsiniz. Fakat detaylarını değil de özetini bulmak isteyenler Pazar günleri yayınladığım makalelerden istifade edebilirler. Zira yakın zaman denizcilik tarihini her hafta bir defa internet üzerinden yayınlama imkânı bulmaktayım.
“Bir Bahriyelinin Anıları” kitabını “Mektebi Fünun-u Bahriye-i Şahane” yani Deniz Harp Okulu mezunu Emekli Deniz Kıdemli Albay M. Celalettin Orhan, yazmıştır. 1914 ile 1949 yılları arasında bahriyede iken yaşadığı olayları büyük bir özgüven ve cesaretle kaleme almıştır. Milli mücadele yıllarında Rus limanlarından taşınan silah ve cephane ile ilgili belge sayılabilecek nitelikte önemli bilgiler sunmaktadır.
Kitabı ve yazarını değerli kılan en önemli hususlardan iki tanesi şudur: İlki, Bahriye talebesi iken Celalettin Orhan’ın İstanbul’un işgal edileceğini alkol almış durumdaki bir Fransız subayından haber alarak ilgili makamlara bildirilmesidir. Diğeri ise Cumhurbaşkanı’nın Hamidiye Kruvazörü ile Karadeniz’e yapmış olduğu seyahat ile ilgili kısımlardır. Biz makalemizde ikinci husus üzerinde duracağız…
Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında yaşanan bu gemi seyahati sayesinde CHP’li siyasetçiler ve önemli yöneticilerin dünyaya bakış açıları; yaşanan olaylar ile oldukça güzel bir şekilde izah edilmiştir. Bu olayları okuduktan sonra bazı insanlar “o günün şartları öyle idi, günümüzle mukayese edilmez” diyebilirler. Lakin büyük fotoğrafı görebilmek için bu hatıraların bilinmesi gereklidir.
Osmanlı Devletinde özellikle bahriye zabitlerinin iyi bir eğitim aldıklarını hatta günümüzde aydın olarak geçinen birçok insandan en az bir asır ileride olduğu gerçeği ile yüzleşmek mümkündür. Celalettin Orhan, “Bir Bahriyelinin Anıları” isimli kitabında CHP Genel Başkanı ve onun yakın arkadaşları olan Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ali Çetinkaya ve Sâlih Bozok’u, resmi tarihten farklı olarak kendi gözlemleri ile anlatmaktadır.
CHP Heyetinin Karadeniz seyahati esnasında Hamidiye Kruvazöründe henüz mülazım (teğmen) olan Celalettin, diğer gemi zabitleri ile birlikte konuk ettikleri Bahriye mektebi öğretmeni olan Hamdullah Suphi’den görüşme talep ederler. Subay salonundaki toplantıya diğer milletvekili arkadaşları da katılır. Gemi zabitleri bu toplantıda “üç tarafı denizlere açılan ülkemizin güçlü bir donanmaya ihtiyacı olduğunu” söylerler.
Milletvekilleri tam da o günün politikacılarına uygun karakterde insanlardır. Toplantının bir bölümünde şahıslara olan bağlılıklarını göstermek ve gemi zabitlerinin kendi siyasi partilerine bağlılığını ispatlamak için şu soruyu sorarlar:
“Bahriye demek Rauf (Orbay) demek midir? “ Soruya cevap vermesi için Kitabın yazarı Celalettin’e söz verirler. O da soruya soru ile cevap verir. “Kara ordusu demek Mustafa Kemal demek midir?”
Milletvekilleri “Yoksa bundan şüphe mi duyuyorsunuz” diyerek şahsa olan bağlılıklarını ifade edince aldıkları şu cevapla sarsılırlar: “Şüphe etmiyor bilakis reddediyorum. Kara ordusundaki subay arkadaşlarımı böyle sakim (aşağılık) bir düşünceden tenzih ederim. Silahlı kuvvetler yalnız ve yalnız devletin emrindedir. Hiç birimiz şahısların emrinde olmayacak kadar karakter sahibiyiz”
Bu sözünün sonunda şu örneği dahi verir “Ordu sadece memleketin olup, hükümetin emrindedir. Hatta o kadar ki; Meclis şimdi Cumhurreisini iskat edip tevkifini hükümete ve hükümette kumandanlığımıza emir etse, ben şahsen alacağım emri hiç düşünmeden yerine getiririm” Tam bu sözü söylediği esnada üst güvertede CHP Genel Başkanının gezindiği ve durduğunu fark ederler. Nitekim akşam yemeğinde neşesi kaçmış bir Cumhurbaşkanı vardır. Yemeğe kitabın yazarı Mülazım Celalettin’i çağırır ve içki ısmarlar. Bahriye zabiti “nöbette olduğunu” söyleyerek nazik bir şekilde bunu reddeder. İzin isteyip nöbeti devredip geldikten sonra sofraya oturur.
CHP Genel Başkanının şu sorusu ile karşılaşır: “Söyleyin bakalım, bugün mebus arkadaşlarla neler konuştunuz? Hani şu beni tevkif edeceğiniz vesaire hakkında…”
Bunun üzerine Celalettin konuşulanları detayları ile aktarır. Bunun üzerine Cumhurbaşkanından şu cevabı alır: “Ordunun bir teğmeni kadar olgunlaşılmamış olunmasının hayretleri içerisindeyim. Elbette Ordu, şahısların peşlerinde olacak kadar küçülemez. Ne Bahriye Rauf ve ne de Kara ordumuz Mustafa Kemal değildir ve hiçbir zaman da olmamalıdır, asla olmamalıdır, beyler” diyerek Mülazım Orhan’ı tebrik eder ve diğer gemi zabitleri ile de tanışmak istediğini söyler. Gemi gezisinden sonra anı defterine “Hudutlarının mühim ve büyük aksamı deniz olan Türk Devletinin, Donanması da mühim ve büyük olmalıdır” der ve gemiden ayrılır.
Her ne kadar donanmanın önemi söylenip yazılmış olsa da CHP’nin tek parti iktidarı bunu gerçekleştirme yoluna gitmez. Özellikle Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın engellemeleri sonucunda donanmamız çok güç kaybeder. Hatta Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, elimizde bulunan Yavuz zırhlısını dahi savaşa hazır hale getirmekte zorlanmıştır.
İşte Orhan’ın kitabı; bunun gibi denizcilik tarihimizin üstü kapatılmış birçok olayını yazarın bizzat kendi ağzından ortaya çıkarmaktadır. Kitapta resmi tarihin görmezden geldiği ve izah edemediği birçok konu ayrıca ele alınmıştır. Kısmet olursa ileride bu konuları ele alıp inceleme fırsatını buluruz. Elbette Orhan’ın başına gelen sıkıntılı hallerden de bahsetmek mümkün olur. Son olarak o yıllarda Bahriye’de yaşanan önemli bir olaya yer verelim.
Yavuz-Havuz davaları sonucunda Bahriye Vekilliği, 2 Aralık 1927 tarihinde ortadan kaldırılmıştır. Yetmedi Donanmamız iyice atıl bir vaziyete getirilmiş başta Adalar Denizindeki 12 Ada ve Akdeniz’deki Kıbrıs olmak üzere yüzyıllarca vatan toprağı olarak kalmış adalarımız elimizden tamamen çıkmıştır.
Günümüzde uçak gemisi üreten bir ülke haline geldik. Ülke menfaatlerimizin korunması için güçlü bir donanmamızın bulunmasının önemi çok daha anlaşılır oldu. Ayrıca dünyanın en modern denizaltı ve savaş gemilerini üreten tersanelere sahip olduğumuz gibi bunları dost ve müttefik ülkelere satabilecek kadar modern bir teknolojiyi üretir hale gelmiş durumdayız.
Bununla birlikte hürriyetler ve din ve vicdan özgürlüğü konusunda hala çok geri kalmış durumdayız. Celalettin Orhan’dan tam 98 yıl sonra dahi özgürlükçü, sivil ve modern devleti meydana getiremedik. Hala faşist darbeci cuntaların dayattığı anayasa ile idare ediliyoruz. Çünkü reddedildiğinde çok daha acı sonuçlar altında kalınacağı için halkımız dünyanın hiçbir medeni ülkesinde bulunmayan faşist maddelerle dolu bu anayasayı kabul etmek zorunda kalmıştır.
Celalettin Orhan gibi cesur ve Allah’tan başka hiçbir kimseden korkmayan vatan evlatlarına çok ihtiyacımız vardır. Bu kahraman Türk Milletine yakışır yiğit evlatları ise namuslu ve göğsü iman dolu Anadolu kadınları bir gün mutlaka yetiştirecektir inşallah, vesselam…