Üniversitede görev yaptığım dönemde büyük haksızlıklara uğrayan genel sekreterimiz bir başvuru için benden yardım istemişti. Konuları not ettirdi. Başvuru dilekçesini hazırladım. Dilekçenin son halini okudu. Yazının sonuna gelince ağlamaya başladı. Hayırdır dedim. Dedi ki “Bu yazıda anlatılanlar benim yaşadıklarım ama yaşadıklarımı liste halinde bir arada görünce aslında ne kadar acınacak durumda olduğumu şimdi anladım.”
12 Eylül Anayasası ile bir yol tutturduk gidiyoruz. Birçok problem var. Problemlerin her biri ile ayrı ayrı başa çıkmanın bir yolunu da bulmuşuz. Yeni anayasa gündeme gelip, anayasadan kaynaklanan arızaları listelemeye başlayınca, aslında ne kadar acınacak halde olduğumuzu da anlıyoruz. İçinde bulunduğumuz durumu anlayıp gerçekle yüzleşince insanın oturup ağlayası geliyor.
Hayat kendi çözümünü üretiyor ve bir şekilde sürüyor ama sistemin arızaları nedeniyle hangi fırsatları ıskaladığımızın, hatta hangi uçurumun kenarında gezdiğimizin farkına da bu yüzleşme dönemlerinde varabiliyoruz.
Arıza bir tane değil ki. Örneğin Türk yükseköğretiminin sadece anayasadan kaynaklanan arızalarını liste halinde sıralayın kitap çıkar.
Devlet, üniversiteler için ayırdığı kaynağın dörtte biri ile batılı standartları aşan bir üniversite düzeni kurabilir. Dört kat para verip, hem de yerlerde sürünmek niye tercih edilir anlamak mümkün mü?
Şu anda devlet, üniversite işletmesini finanse ediyor. Üniversitelerin tabi olduğu bir standart yok. Kâğıt üzerinde Boğaziçi Üniversitesi ile Bingöl Üniversitesi aynı kategoride. Devlet üniversiteleri iş bulma kurumları gibi. Asistan olamayacak seviyedeki adam rektör oluyor. Bilimsel üretim sıfır. Niye? Bilimsel üretimin tanımlanmış bir karşılığı yok da ondan. İşletme harcamaları, performans harcamalarının on katından daha fazla.
Üniversite hastaneleri içler acısı. Bakımsız, yetersiz, güvensiz, batak. Kimse mal ve hizmet vermeyi kabul etmiyor. Veren de parasını alamıyor. Ekonomik döngü sağlıklı olmadığı için, kurumlaşmış işletmeler üniversite hastaneleri ile ticaret yapmıyor. Böyle olunca da hem satın alma fiyatları yükseliyor, hem de kalite düşüyor.
Devlet arazisini veriyor. Binasını yapıyor. Personel maaşlarını ödüyor. Teçhizatını alıyor. Isınma, elektrik, su giderlerini karşılıyor. Akıllara ziyan vergi ve gümrük istisnaları tanıyor. Üniversiteler ve hastaneleri hâlâ batakta.
Özel yükseköğretim kurumları ve özel hastaneler yatırımın, işletme ve personel giderlerinin tamamını cebinden karşıladığı halde niye kârlılar?
Altmış öğretim üyesi olan bölümü tercih eden aday sayısı sadece sekiz, on altı öğretim üyesi bulunan bölümü tercih eden öğrenci sayısı sıfır. Öğrenci sayısı sıfır olan bölümdeki öğretim üyesinin, maaşını alarak o göreve devam etme dışında yaratabildiği bir seçenek de yok.
Türk Yükseköğretim sisteminin çökmüş olduğunu anlatmak için başka göstergelere bakmaya gerek var mı?
İşin daha da vahim kısmı özel üniversiteler, anayasa ve yasalarımızdaki tanımıyla Vakıf Yüksek Öğretim Kurumları. Devlet yükseköğretim alanında özel teşebbüse alan açıyor gibi yaparken orada daha da akıl dışı bir sistem inşa etmiş. Tam deve kuşu gibi. Uç deyince deve gibi, yük taşı deyince de kuş gibi davranacak şekilde tasarlanmışlar. Kafa kumun içinde. Gizlendiklerini ve fark edilmediklerini sanıyorlar.
İddia ediyorum Türkiye’nin en büyük yolsuzluk ekonomisi, vakıf yükseköğretim kurumları eliyle yürütülüyor. Anayasamız vakıf yükseköğretim kurumlarının kâr elde etme amacı güdülmeden kurulması esasını belirlemiş. Peki, uygulamada kaç tane vakıf yükseköğretim kurumu kâr amacıyla çalışmıyor? Bir, iki, üç… Hadi sayın bakalım. Bir elin parmaklarının sayısını bulabiliyor musunuz?
Birçok vakıf yükseköğretim kurumunun geliri, başka adlar altında yatırımcısına transfer ediliyor. Bir şeyin gerçek adını evrak üzerinde değiştiriyorsanız, en basit haliyle bir sahtecilik yapıyorsunuz demektir. Kâr olarak elde edilen para, sahte faturalarla harcanmış gibi gösterilerek transfer edildiği için vergi de ödenmiyor. Vakıf yükseköğretim kurumlarının büyük çoğunluğu, sahte evraklarla vergisi ödenmeden gelirlerini yatırımcısına transfer etmek üzerine iş planını inşa etmiş.
Kedilerin bile bildiği bu yolsuzluk düzenine müdahale edilmiyor veya edilemiyor. Çünkü Anayasa ile belirlenen sistem hayatın gerçeklerine aykırı. Adam yatırım yapacak ama kâr amacı gütmeyecek. Böyle yaklaşım hayatın doğasına uygun olabilir mi? Doğasına uygun olmayan bir çözümü yaşatamazsınız. Hayat kendi gerçeklerine uygun çözümü bulur. Siz doğal olanı legalleştirmezseniz, doğal olan illegal de olsa kendi mecrasında ilerler. Legalleşmenin sağlayacağı avantajları da kaybedersiniz. Kayıt dışı kalan hem denetim dışı kalır, hem de vergi dışı.
Madem bir yatırım yapılacak. Doğal olanı bundan kâr elde edilmesidir. Kâr elde edilecekse de bunun şirket olarak yapılanması gerekir. Şirketleşme kaliteyi düşürmez yükseltir. Yükseköğretim dışında kalan özel öğretim kurumları şirket olarak yapılanmış durumda. Şirketleşme nedeniyle bir kalite kaybı var mı? Özel yükseköğretim kurumları da şirketleşirse, maskeli balo biter, sistem kayıt altına alınır ve legalleşir. Hem denetlenebilir, hem de vergilendirilir. Hatta devlet üniversitelerinin de SPK mevzuatına uygun olarak şirketleşmesini ve çoğunluk hissesinin halka açık olmasını zorunlu hale getirmek gerekir. Ekonominin gidişatını değiştirecek miktarda kaynak ortaya çıkar. Üniversite yönetimleri tamamen sivilleşeceği için, devlet müdahalesini önleme ve bilimsel özerkliği koruma adı altında yapılan akıl dışı önerilere de gerek kalmaz.
Bazı üniversiteler ülke için stratejik görev icra ediyorsa, bunun için sadece o stratejik görevi desteklersiniz olur biter. Stratejik proje desteklerine dönülmesi, üniversiteleri kaynak alma yarışı içinde yeni projeler geliştirme konusunda motive eder.
Devlet yükseköğretimde işletmeden, yani üniversite sahipliğinden tamamen çekilmeli. Kuralları koymalı. Standartları belirlemeli ve bu standartlar çerçevesinde üniversiteleri sınıflara ayırmalı. Sonra denetlemeli. Üniversiteye giriş de dahil olmak üzere sadece performansı desteklemelidir.
Türkiye yükseköğretim sisteminde yapacağı sağlam bir değişiklik sonrasında nüfusu, coğrafi konumu, çevre ve kültürel bağları, potansiyeli ile dünyanın en büyük yükseköğretim yatırım merkezi olabilir. Bakın o zaman üniversiteye kapağı atıp yirmi yıl boyunca derse girmeden ve bir tek bilimsel yayın yapmadan oturabilen kimse kalabiliyor mu?
Yaşar BAŞ